28 Mayıs 2012 Pazartesi

Japon yemekleri 2.0

Tokyo'ya yeniden gelmiş bulunuyorum ve fark ettim ki bayağı eve dönmüş gibi bir havadayım; ulaşımı ezbere biliyorum (Abartayım.), caddeler, sokaklar, o kalabalığın içerisindeki mücadele tanıdık...

Tokyo gerçekten yorucu bir şehirmiş; o kadar çok küçük yer gördükten sonra iyicene anladım bunu.

Japon yemekleri konusuna devam ediyorum ama öncesinde, Osaka'dan Tokyo'ya yine otobüsle geldiğim konusuna biraz değineceğim.

Evet, hiç akıllanmadım ve yine gece otobüsüyle yolculuk ettim ama bu defa Willer Express adında havalı bir firmadan aldım bileti. Yani bir önceki sefer gibi yüzlerce saat otobüste kalmayacağımı biliyordum.

Willer Express çok hoş bir bekleme salonunda beni ağırladı, ekranlarda hangi otobüse bineceğim net bir şekilde yazdı ve gece 10.30'da binip sabah 7.30'da Tokyo'da olacağım her noktada bana bildirildi.

Osaka - Tokyo seferini yapan 110 numaralı Willer Express otobüsü, Tokyo'ya sabah 6'da vardı.

Bu otobüs işini bırak ey Japon! Hayır yani net bir şekilde beceremiyorsun işte. Ya çok geç, ya çok erken... Ruh hastası oteller de en erken öğlen 3'te check in yaptırıyor zaten! (Benimki de 4'tü üstüne üstlük.) Ben de gittim otelin lobisinde uyudum. Neyse ki acıdılar da odamı hızla temizleyip 12'de aldılar içeri.

Evet, ne diyorduk? Yemekler...

Burada yemek olayı benim için tam bir mücadele oldu. Nedeni yemekleri beğenmiyor olmam değil, sürekli gezmeye çalıştığım için yemek olayının sürekli bir "zaman kaybı" olarak bana problem oluşturması. Ankara'da olsam derim ki "Şurada bir sandviç yerim, oradan giderim." Burada "şurada yiyeyim" demek için orada bir süre bulunmuş olmanız gerekiyor ve ben gittiğim çoğu yerde en fazla 3 gün kaldığım için o yerleri hiçbir zaman öğrenemiyorum. Dolayısıyla şöyle bir manzara oluyor: Geliyorum şehre, hemen gidilecek yerleri öğreniyorum, haritadan rota çıkartıyorum ve misal öğreniyorum ki ilk durağıma gitmek için 100 metre ötedeki metroyu kullanabilirmişim. Oraya gidene kadar yemek mekanı gördüm, gördüm; görmediysem bir anda aç billaç tapınağın tekine girerken buluyorum kendimi...
Bazen yemeğe öncelik verip şöyle bir yürüyeyim diyorum, o zaman da bir tane anlaşılır yemek mekanı göremiyorum.

Yemek olayı beni zorladı burada ama çok da değerli bir konu haline geldi; düzgün yemek yediğimde çok şahane bir iş başarmış gibi hissettim.

Yemek mekanları

Japonlar nerede yemek yiyor, nasıl yiyor? Bu konuyu merak edenlerin olduğuna eminim...

Aslında yemek mekanlarının tipolojisi (Vay!) bölgeden bölgeye biraz farklılık gösteriyor ama biz genelden başlayalım...

Bu arada şunu da belirtmek lazım ki Japonya'da yemek mekanları çok geç saatlere kadar açık ve Japon'un ne zaman yemek yiyeceği de hiç belli değil; mekanlar her an dolu olabiliyor.

Fakat asıl önemli konu, gerçekten adım başı yemek yenilecek bir yerlerin olması. Özellikle Tokyo, Osaka gibi şehirlerde o kadar çok yemek yiyecek yer var ki... Bu çoğu mekanın hiçbir özelliği olmamasına yol açıyor ve favori mekan da pek belirleyemiyorsunuz. İşin garibi burada tatlar da çok değişmiyor gibi geldi bana. Yani daha doğrusu, "Orada yemeyelim abi, oranın eti hep kuru." dememize yol açan durumlarla burada karşılaşmadım; nerede yemek yediysem lezzetliydi.

Gelelim ne tip restortanların var olduğuna...

Izakaya

Japon stili, içki odaklı yerlere Izakaya deniliyor burada ve adım başı Izakaya bulmak mümkün. Burada alçak masalar da olabiliyor -tatami üzerinde bağdaş kurup alçak masalarda yiyorsunuz- normal sandalye-masa kombinasyonu da bulunabiliyor.

Bir Izakaya'da eğlenen beyazlar.

Yediğiniz her parça yemeğe para ödeyebildiğiniz gibi saat başına para ödeyerek istediğiniz kadar yiyip içme şansınız da olabiliyor. Örneğin 2000 yen'i basıyorsunuz, bir saat boyunca istediğiniz kadar yemek, istediğiniz kadar içecek... Biz olsak mutfağı isteriz masaya ama Japon görgülü; abartmıyor ve yiyebileceği kadarını istiyor, içebileceği kadarını sipariş ediyor.

Izakaya'lar yemek servisinde bir numara değil ama karnınızı doyurup çıkmak mümkün. Japon geleneğini, göreneğini tatmak için Izakaya'lara gitmek şart.

Yakiniku'cular

Ben tabii geleneksel adını bilemiyorum mekanların ama her masada bir ızgaranın bulunduğu ve çiğ etin masanıza geldiği yerler, Yakiniku'cudur benim gözümde.

Buralar favori mekanlarım arasında fakat her şeyde olduğu gibi burada da etin pahalı olma gibi bir sorunu var. Pahalı olsun da doyayım diyorsunuz, o da yok. Japon sanırım ki küçük porsiyonlar yiyor zira beş parçalık bir et geliyor, abartmıyorum tam 5 dakikada yiyip bitirebiliyorsunuz.

Yakiniku fotoğraflarında V işareti yapmazsanız, kafanızı ızgaraya bastırıyorlar.

Yakiniku mekanlarında eti yalnız başına yememek lazım, yanına mutlaka pilavdır, patatestir, soğandır, bir şeyler istemek gerekiyor. Bir de içecek alayım, etin gramı da biraz daha fazla olsun derken sıradan bir yemeğe 60 TL verip çıkıyorsunuz.

Canım...

Okonomiyaki'ciler

Japon Yemekleri başlıklı yazıda Okonomiyaki'yi anlatmıştım; işte sadece bu yemeği servis eden yerler de bulunmakta ve burada uygun fiyata doymak da mümkün.

Okonomiyaki mekanlarında da masada kocaman bir yemek pişirme kısmı bulunuyor ve çiğ Okonomiyaki karışımı geldiğinde bu yere boca edip bir güzel kendi yemeğinizi hazırlıyorsunuz.

Masada pişmekte olan karışıma dikkatinizi çekerim.

Okonomiyaki'nin yanında bir şey yemeye de gerek yok üstelik; sadece güzel soslarla yemeğinizi süsleyin ve güle eğlene yiyin! (Yemek programı sunma vaktim gelmiş.)

Köri'ciler

Şimdi Japonya'ya geldim, yemek vitrinlerine bakıyorum, böyle şinitzel gibi etleri, pilavı yan yana getirip koyu kahverengi bir sosla servis etme modası var. Sos da tabağın yarısına kadar var yani, belli ki önemli bir unsur. Ne yazıyormuş diye okumaya çalışıyorum, "Karee" yazıp duruyor. (Katakana ile yazmışlar, demek ki dışarıdan aldıkları bir yemek.)

Karee aşağı, Karee yukarı, bana da inme mi inmiş nedir, bu Karee'nin Köri olduğunu gerçekten haftalar sonra öğrendim. Bir de cinsim ya, ne olduğunu anlamadığım için asla yemiyorum. Üstelik köriyi de çok severim!

Neyse, meğer körili yemekler çok ama çok meşhurmuş. Sırf köri ağırlıklı yemekler satan bu Köri'cilerden de bolca bulmak mümkün Japonya'da.

Bol körili bir yemek sizlere!

Körili yemekler nasıl oluyor, mesela sadece pilav ve köri sosu, şinitzel gibi kızartılmış et ve köri, balık ve köri, sosis ve köri... Bazı köricilerde acayip çeşit var ama çoğunda daha az çeşit oluyor. Tadları da pek güzel yemeklerin...

Izgaracılar

Kocaman biftekler, bonfileler mi istediniz? Etleri şöyle ince ince doğrasınlar, onlar pişirsin, siz yiyin mi diyorsunuz? Belki hamburgerler, çizburgerler mi istedi canınız? O zaman zar zor bulunan bu ızgaracılara gitme vaktidir...

Tatları muhteşem!

Izgaracılarda çok bir numara yok; şahane et yiyip çıkıyorsunuz fakat ben size Osaka'da gittiğim bir yerdeki olayı anlatacağım.

Süper hamburgerlere ev sahipliği yapan, Yodobashi alışveriş merkezinin üst katlarında bulunan bu mekanda hoş bir özellik daha vardı ki belirli bir paraya, sınırsız içecek, salata bar ve çorba alabilmeniz. Ben bunu da istedim ve gittim ilk salatamı küçücük tabağa doldurdum. Marullar da en üstte kaldı, sosu falan da dökünce hepten eğreti durur oldu her şey.

Masaya geldim, salatayı yemeye çalışırken marullar hep dağıldı, kırmızı sosla birlikte masaya döküldü; sosları ben sildikçe onlar yayıldı, marulları ben topladıkça onlar dağılmaya devam etti.

Burada garson kızların dikkatini bir çektim zaten.

Neyse daha yemeğim gelmedi deyip gittim yeni bir tur salata alayım dedim. Bir de açlıktan gözüm mü dönmüş nedir, tepeleme dolduruyorum tabağı. Marullar yine üfleseniz uçacak şekilde duruyor, sosu da üstlerine döküyorum sıkmalı bir şişeden. Sos da güzel, bol bol koymaya çalışıyorum. Sonra bir şey oldu, sos tıkandı.

Bunu bir işaret olarak kabul et ve dur, değil mi?

Ben zorlamaya, sıkmaya devam ettim şişeyi ve "PLÖRÇ" efektiyle birlikte, sosun büyük bir bölümü üstüme, saatime, elimdeki salataya, marulların bulunduğu kocaman kaseye ve nihayetinde yere döküldü.

Dedim asla kıpırdamamalıyım çünkü elimdeki salatadaki marullar da düşmek üzere. Bunu demeden birkaç tanesi kendini yere attı ve daha fazla vakit kaybetmeden ortalığı toparlayayım dedim.

Rezil olma korkusuyla hızlı hareket ederken, hızlı bir dönüşle en başta doldurduğum kolayı da yere boca ettim mi?

Ettim.

Bildiğin Mr. Bean filmi. "Johnny English in Japan."

Küçücük de bir yer ayırmışlar salata, içecek vs. barı için, orayı tamamıyla dağıtmış oldum böylece. Şansıma da garsonların hiçbiri neler olduğunun farkında değil.

Hemen peçetelere saldırdım, bir temizlik fırtınasıyla çiçek gibi yaptım ortalığı. Elimde de 30 tane peçete oldu ve onları nereye atacağımı da bilemedim ama olsun.

Sonradan bir garson fark etmiş olacak ki rezilliğimi, daha güzel bezlerle geldi, temizledi kalanları.

Olsun, yemekler çok güzeldi; yine olsun, yine yaparım!

Sushi Bar

Japonya'nın değişmezi sushi barlara koşmak istediğinizi biliyorum! Zaten insanlar da buralara bolca rağbet ediyor...

Sushi bar'larda konsept aynen bildiğiniz gibi; tabak tabak sushi'nin, sashimi'nin döndüğü platform önünüzden geçerken, buradan istediğiniz tabağı alıyor ve anında yutuyorsunuz. (Lezzetli, o açıdan...) Ardından da işiniz bitince görevlilere bir işaret çakıyorsunuz, masanızdaki tabakları sayıp kaç yen borcunuz olduğunu söylüyorlar.

Bedava sushi: Ustanın arkası dönükken birkaç tane tabak kapın ve mekandan kaçın.

Sushi barlar çeşit çeşit sushi ve sashimi denemek için en iyi mekanlar...

Ramen'ciler

Sadece Ramen üzerine yoğunlaşan yerlerin olmasına şaşırdım açıkçası. Bu tip mekanlarda gerçekten sadece ramen oluyor ve ancak yanına birkaç parça farklı şey istemenize izin veriyorlar. (Gestapo.)

Ramen'cilerin olayı genellikle şu şekilde. Gidip bar gibi bir yere oturuyorsunuz, size bir kağıt uzatıyorlar, kağıda işte acı mı istiyorsunuz, ne tip bir sos istersiniz, eti çok mu olsun gibi, inatla Kanji'ye yazılmış seçenekleri işaretliyor ve geri uzatıyorsunuz. Ramen'iniz buna göre servis ediliyor ve bol bol ses çıkartarak tüm kaseyi yiyorsunuz.

Küçücük çocuk nasıl da bitirmiş hemen Ramen'ini...

Yemek yerken ses çıkartmak burada gelenek. Öyle kibar kibar yemenize gerek yok. Bir erişte parçasını ucundan yakaladınız mı? Hemen vakumlayın içeri ve çıkan sesle de gurur duyun; ne kadar çok ses, o kadar çok iştah!

İtalyan restoranları

Japon'un İtalyan yemeğine bayıldığını anlamam pek uzun sürmedi. Tokyo'da bir ton Saizeriya gördüm İtalyan bayraklı logosuyla ve dedim, "Bu Saizeriya meşhur galiba?" Cevap güzeldi: "Hem meşhur, hem ucuz..."

Saizeriya'nın kapısında uzunca süre durursanız, önünüze Spaghetti Alle Vongole atıyorlar.

Öyle Mezzaluna falan gibi bir ortam düşünmeyin tabii. Fakat dandik Sbarro gibi bir fast food italyan yeme mekanı da hayal etmeyin. Saizeriya, ikisinin arasında bir yerde.

Burada özellikle makarnalar pek güzel ama yanında tavuktur, sosistir, onlar da çok iyi gidiyor. Salatalar bolca mevcut, yemek ardından tatlıları da bir bir götürmek pek keyifli.

Saizeriya benzeri birkaç İtalyan lokantasına daha gittim ve onlar da genelde aynı konseptteydi. Tüm bu mekanlarda içecek barı diye bir adet var ve bir kez para verip sınırsız içecek alabiliyorsunuz. Arkadaşlarınıza da içecek alabiliyorsunuz iki bardak doldurup ama birisi görürse, "Hayırdır?" diye soruyor anında. Rezil olma pahasına yapar mısınız, bilemem...

Sanıyorum ki İtalyan restoranlarına bayağı bir uğradım. Neredeydi, Osaka'da sanırım, nerdeyse her öğünü orada yer olmuştum hatta. İtalyan yemeği iyi ki varmış!

İngiliz restoranları

Fish & Chips olayının inanılmaz revaçta olduğu ve süper lezzetli bir şekilde servis edildiği İngiliz restoranlarına Japonya'da adım başı rastlamak mümkün.

Nasıl, inandınız mı?

Şaka yaptım hiç öyle bir şey yok... İngiliz yemeği mi var allaşkına?!

Hamburgerciler

Ve son olarak, Burger King, Mc Donalds, Wendy's ve Mos Burger gibi hamburger odaklı yemek mekanlarına adım atalım.

Burada Burger King eser miktarda var.

Mc Donalds adım başı bulunmakta ve çoğu 24 saat açık.

Wendy's'i sadece bir yerde gördüm orası da saçma sapan bir yerdeydi.

Mos Burger ise Japonya'da karşılaştığım, enteresan bir hamburgerci ve ondan da çokça bulunmakta.

Mos'un hamburgerlerini dağıtmadan yemek için 2 saatlik bir eğitime tabi tutuluyorsunuz. (Olsa iyi olurdu yani...)

Bu mekanların ortak özelliği, Türkiye'dekilere göre farklı hamburgerler ve içeceklere ev sahipliği yapması. Yok bacon'dır, Teriyaki'dir, balıktır... Hiç görmediğim birçok hamburger gördüm buralarda.

İçecekler arasındaki "kavunlu soda" da bayağı enteresandı. Soda değil bu, bildiğiniz votkası olmayan "Keglevich Melon" içkisi. İçine de biraz gaz koyun.... Tadı çok güzeldi de hamburgerin yanında bir garip oldu...

Tavernalar

Taverna deyince acaba kafalarda nasıl bir imaj oluştu? Bizdeki gibi sıra sıra masalar falan mı? Taverna nedir ayrıca tam olarak?!

Buradaki sazlı sözlü eğlence mantığı genellikle girişi perdeyle örtülü ve içerisi toplamda 1.5m2 olan mekanlarda gerçekleşiyor. Ben de zaten bu mekanları içeriden gelen müzik sesiyle keşfettim.

Bunlardan bir tanesi, Tokyo'da kaldığım Shinkoiwa semtinde, metro durağına yürürken karşıma çıkıyordu. İlk defa önünden geçerken bet sesli bir adamı göz ucuyla içeride gördüm ve geri dönüp perdenin arasından, içeride neler olduğuna baktım.

İçeriye toplamda sekiz kişi ya sığar, ya sığmaz. Şarkıyı söyleyen de müşterilerden bir tanesiydi zaten. Ya bar tipi yerlerde oturuluyor, ya da iki tane masa var, onlarda...

Osaka'da ise dar bir sokak boyunca bunlardan art arda gördüm. İnsanlar gerçekten ayakta durarak bir yandan ufak bir yemek yiyor (Izgara bir şeyler, ne olduklarını anlamadım.), bir yandan da bira içiyordu. Hele Cumartesi günü bu mekanların herhangi birinde yer bulmak direkt olarak imkansız; hepsi tıklım tıkış. Bir tanesi vardı -sanıyorum ki en popüler mekanlardan biriydi- kapısında 20 kişilik sıra vardı. İçeriye de baktım, floresan ışığında yan yana oturan bir takım insanlar...

Vardır bir bildikleri herhalde...

Tatlıcılar

Sütlaç, işte ne bileyim, kazandibi burada da inanılmaz tercih edilen...

Uyduruyor değil mi sürekli?

Japonya'daki tatlıcı mantığı aslında Avrupa'dan araklandığına inandığım bir oluşum. Zaten tatlıcılarda bolca Fransız veya diğer gavur isimleri de görmek mümkün.

Buralarda genellikle minnacık pastalar, ondan daha da küçük tartlar ve jölemsi bir takım yiyecekler satılıyor. Bazı mekanlarda bir yerlere oturmak da olası ve oturdun diye tatlıların fiyatı artmıyor.

Şu an salyam akmış olabilir...

Pastalar gerçekten çok hafif ve genellikle iki lokmada bitiyor. Sonra gidip illa ki bir başkasını deniyorsunuz, kendinizi alamıyorsunuz zira hepsi pek lezzetli.

Şöyle alıp eve götüreyim, akşam ailem de pasta yesin derseniz durup dururken bir pastaya 100 TL vermiş oluyorsunuz. (Bizde daha ucuzdu değil mi? Türkiye'deki fiyatları unuttum, çok havalıyım.)

Poğaçacılar

Bunlara ne isim versem hiç bilemedim.

Bizdeki pastaneleri düşünün. Onların "poğaça, açma vs." satan kısımlarını genişletin ve tüm dükkana yayın. Girişte bir tepsi alın, bir de kıskaç (O aletin adı nedir?) ve bu kıskaçla açık büfe misali, çeşit çeşit yiyeceği tepsinize doldurun...

Bunlardan en meşhuru Vie de France ve nerede görsem mutlaka içeri girdim, asla duramadım. İçerideki hamur işi o kadar fazla ki... Bildiğin gözünüz dönüyor ve her şeyi almak istiyorsunuz. Bir de buradaki yağdan mıdır, nedendir bilmiyorum, bu hamur işleri asla ağır gelmiyor.

Ne alacağını bilemeyen iki şaşkın Japon.

Olayın en güzel tarafı da şu:

Bizde peynirli poğaça dersin, zeytinli açma istersin, eser miktarda peynir, zeytin çıkar içlerinden. Bu artık kültür olmuş bizde zaten, hiçbir yerde şöyle içi dolu dolu bir poğaça yemek mümkün değildir.

Burada ise bir şey çikolatalıysa, çikolata akıyor içinden. İçinde sosis var diyorsa, sosise doyuyorsunuz. Hiçbir yiyecek yemedim ki "içerisinde şu var" deyip de o şey az olsun.

Donut'cılar

Krispy Kream, Mister Donut adındaki iki donut'çının ele geçirdiği Japonya'daki donut'ları da yemeden olmuyormuş, bunu her donut'çının önünden geçerken kendimi içeride bulmamla anladım.

Buradaki mantık da Vie de France gibi yerlerdekiyle aynı: Tepsiyi al, donut'ları tepsiye diz, kasada öde, mutlulukla ye.

Bir çikolatalı, bir frambuazlı, bir sade, bir üzümlü, bir... Sonuç, şeker koması.

Donut'ların ilginç bir huyu da var ki yedikçe yiyesiniz gelmesi. Hiç öyle doyuma ulaşamıyorsunuz, enteresan...

Donut'ların tanesi 2-4 TL arasında değişiyor lakin bir tane donut'çı gördüm, 6.5 TL'den başlıyordu fiyatlar... Adını da unuttum şimdi ama havalı bir yerdi. Aslında denemek lazımdı da ne zaman bu donut'çıyı görsem bir yerlere koşturuyordum...

Sonuçta Japonya'da donut da pek güzelmiş.

Marketler


Yemek mekanlarından sonra marketlere de değinmek isterim çünkü Türkiye'dekinden bayağı farklı oluşumlar.

Bahsettiğim süper-marketler değil, onlar pek farklı değil çünkü.

Burada 24 saat açık, ufak market zincirleri yani "Konbini"ler çok meşhur. Lawson, Seven Eleven (Bunu da sürekli Winning Eleven diye okudum kafamda.), Family Mart, New Days ve türevleri, hangi şehire giderseniz gidin bir yerlerde karşınıza çıkıyor.

Bu marketler ufacık olmalarına rağmen, gerçekten her şeyi alabiliyorsunuz.

Makas, portakal, el bezi, kağıt, muzlu yoğurt, enerji içeceği, hazır yemek, pişirilmiş yemek...

Her konbini'de ATM, fotokopi makinesi ve tuvalet de bulunmakta.

Alışıldık konbini manzarası...

Konbini'ler konusunda beni mutlu eden en önemli konu, böyle üç-dört gün dayanma süresi olan bir çok yiyeceğin satılması. O markette mikrodalgada ısıtmanıza izin verilen kocaman yemek tabaklarının yanında, Türkiye'de hiç görmediğim kadar çeşitli "Kurabiye, poğaça, donut" satılmakta. Limonlu kek de var, ekler pasta da, tuzlu açmamsı bir şey de...

Bu mekanlarla ilgili tek problem, ne alırsanız alın 2 TL'den başlaması. Ufacık bir çikolata bile 2.5 TL... Bir kurabiye, bir çikolata, bir içecek alayım, birkaç tane de akşam için bir şeyler alayım derken, toplamda beş parça anlamsız şeye 25 TL veriyorsunuz. Hoş değil.

Diyeceğim o ki Japonya'da çeşit çok, yiyecek çok, lezzet tartışılmaz. Bol yiyip kilo almanın imkansız olduğu bir yer hayal ediyorsanız, orası Japonya olabilir. (Böyle dedim diye gelip de Burger King'de yemeyin...)



26 Mayıs 2012 Cumartesi

Okinawa'da dalış...

Nasıl havalı başlık değil mi? Sanki dalış yapmak hayatımın birincil amacı, Okinawa'ya da bu yüzden gittim binlerce kilometre...

Hiç alakası yok.

Bir kez Kaş'ta pakete dahil diye dalış dersi almıştım, bir kez de burada, yine pakete dahil olduğu için katıldım bu aktiviteye ve konu neden dalış üzerinde yoğunlaşmayı sürdürüyor, bilmiyorum.

Okinawa, Japonya'da bir "olay"; herkes gitmek istiyor, kimse nedense gidemiyor. Nedeni de aslında basit; Okinawa güneyde ayrıca bir ada olduğu için uçak falan lazım, uçağa para lazım, zaman, otel, kimle gidilecek derken kimse gidemiyor galiba.
Benim bu tip sorunlarım olmadığı için ben yaptım paket programımı, gidiverdim. (Para bende, zaman bende gibi oldu bu da...)

Okinawa kısaca şöyle bir ortam:




Evet, her kumsalda mutlaka bir gelin, bir de damat bulunuyor; Okinawa'daki adet buymuş...

Tamam durun, daha şaka amaçlı olmayan bir fotoğraf göstereyim. Bu fotoğraf bir otelin plaja bakan bölümünden ve çoğu otelde böyle manzaralar oluşuyor. (Otel otel gezmiş izlenimini alan?)



Kısacası deniz, bir acayip. Zaten tüm Okinawa olayını da şu deniz için yaptım, hiç de öyle tapınak, bilmemne göreceğim diye uğraşmadım.

Okinawa'ya uçakla ulaşılıyor ve uçak da Naha havalimanına iniyor. Benim kaldığım fantastik otel de otobüsle tam 1 saat 40 dakikalık mesafedeydi ama bu sayede de pek güzel plajlara ulaşabildim.

Tam üç tane plaja gittim: Moon Beach (Adına hiç aldanmayın, çok dandikti.), Manza Beach ve Rizzan Beach. Son ikisi çok iyiydi ne yalan söyleyeyim...

Buradaki denize girme olayında enteresan durumlar söz konusu. Bizde nedir, çoğu yerde emniyet şeridi (Otoban?) bile yoktur, öyle açılıp gidersiniz.

Burada öyle bir şey, yok.

İlk başta çok sinir oldum bu duruma lakin anladım ki o şeridi geçerseniz, artık köpekbalığı mı, dev deniz anası mı, su yılanı mı... Bir şey sizi kapıp götürebiliyormuş. Bu nedenle de yüzülecek alan zaman zaman çok dar, zaman zaman da fena sayılmayacak bir genişlikte olabiliyor.

Bir de anladım ki Japonlar yüzmeyi pek sevmiyor.

Onlar daha çok, çimiyor.

Olur ya, suya dizine kadar girersin, şöyle ellerinle suyu önce bir alıp omuzlarında, kollarında gezdirirsin; bir 10 dakika geçtikten sonra da suya çömüp orada öyle durursun.
İşte Japon buna bayılıyor. Üstelik sırf Japon da değil, Çinlisi de pek seviyor bu durumu.
Zaten etrafta çok adam yoktu ama peşinden bir şeyler kovalıyormuş gibi yüzen de bir ben vardım.

Gelelim plajlara:

Moon Beach


Kaldığım otelin dibinde olmasından ötürü, ilk gün koşarak bu plaja gittim ve elbette ki "Giriş parası kardeş..." dediler. Verdik, girdik.

Ben sanıyorum ki maviyle lacivertin kucaklaştığı, güneşin tenimde dans edeceği, kumların içerisinde yuvarlanacağım, acayip bir ortam beni karşılayacak...

Hiç öyle bir şey olmadığı gibi bir anda Türkiye'yi mumla aradım. Bodrum'dur, Kaş'tır, ne güzeldir dedim ve Moon Beach'te bir dakika daha durmadan, oradan kaçtım.

Yine de merak edenler olabilir, sezonda şöyle bir yer oluyormuş:



Manza Beach


Moon Beach'teki hezeyandan sonra hemen internete koştum, bulunduğum bölgenin yakınlarında ne var, ne yok hemen araştırmaya başladım. Kısa bir araştırmadan sonra Manza Beach Hotel karşımdaydı...

Dedim olay budur ve öbür gün ilk iş Manza Beach'e gittim. Girişte para almadılar, plajda da toplamda üç kişi olduğu için adam şezlong ve şemsiyeden ayrı ayrı para istemek yerine, "Kimse yok zaten; şemsiye bizden olsun." gibi Japonlara inanılmaz ters bir tavır gösterdi, gerçekten şaşırdım. (Kuralsa kuraldır Japon için, asla bozmaz...)

Manza Beach gayet iyiydi; havuzu da kullanmama izin verdiler sağolsunlar.

Fotoğraf makinesini ayarlayıp koşarak yere yatan bir manyak ben vardım kumsalda...

Rizzan Beach


Buranın da adı tam olarak böyle değil ama olsun; Rizzan Beach olarak bilelim. (Otelin adı Rizzan aslen.)

Favorim sanrım Rizzan oldu zira plaj genişti, havuz inanılmazdı, hava da o gün tam olarak Temmuz gibiydi. (Temmuz gibi hava.)

Burası da sağ olsun giriş parası istemedi ama havuza girmek paralıymış diye bir duyum almıştım. Ben oraların sahibiymiş edasıyla plaja inip ardından yine o otelde 12. günümmüş gibi rahatça havuza yönelince, kimse benden şüphelenmek istemedi.

Şimdi gerçekten pinti olduğumu falan düşünmeyin de (Çok para harcadım, çoook...) orada birisi sizi durdurup bilet kesmek istemediği sürece de bir şey demeye pek lüzum yok, değil mi?

Kendimi kötü hissettim. Ama şezlong ve şemsiyeye burası ayrı ayrı para aldı bakın; hem de diğer yerden daha da pahalıydı! Dengelendi bence...


Şelaleli havuz.

Son olarak dalış olayına değinmek istiyorum. Ama ondan önce de başka bir konuyu masaya yatırmak gerekiyor.

Şimdi böyle denizi bol bir ortama gittiniz diyelim, otelinizin de plajı yok. Sadece üç gün kalacaksınız ve bol bol denize girme niyetindesiniz. Ne yaparsınız?

Benim de idrak etmem geç oldu ama ilk günün sonunda dedim ki "Tekne gezisi"!!!

Sanki çok acayip bir şey keşfetmişim gibi bir heyecan, bir sevinç... Otele dönüp hemen dedim resepsiyondaki kıza, "Tekne turu var mı bu Okinawa'da?"

Soru net, cevabı da net olmalı. Ama diyalog elbette şöyle gelişti...

- Tekne gezisi mi???
- Evet... Hani bineyim, böyle bir yerlere götürsün beni, denize gireyim falan...?
- Denize girmek mi?

Eğer şurada uydurduğum tek bir kelime varsa... Yani sanki dedim, "Yarın böyle kocaman balinalar avlayabileceğimiz bir av turu var mı?"

Eminim bu daha normal gelirdi!

Diyalog şöyle devam etti:

- Mesela sabah işte 9'da, 10'da falan bir tekneye bineyim, koylara, denizin güzel olduğu bir yerlere falan gitsin, akşam da 5 gibi dönsün...
- Anladım...

Ben olayı çözdüm zaten, Japonlara böyle ilkokul seviyesinde cümlelerle konuşacaksın yoksa seni anlamak asla istemiyorlar. Her şeyi örneklendirerek yolumu bulabildiğimi keşfettiğimden beri, bir şeyi anlamayıp orada öyle şaşkınlıktan donduklarında, hemen örnekleri sıralıyorum; genelde de işe yarıyor.

Kızcağız ne istediğimi anladı fakat bir türlü böyle bir şeyin varlığından emin olamadı. Dedim herhalde tam gerizekalı...

Meğer saf olan benmişim.

Okinawa'da, tekne turu diye bir kavram yok. Var olan tek tekne turu tipi, dalışa yönelik.

Dalacaksanız yaşadınız, yüzecekseniz, şansınız yok...

Konu dalış yapmaya geldi böylece. Benim sahip olduğum pakette akşam yemeklerinin ve bir tane de dalışın olduğunu şans eseri öğrenmem konusunu geçiyorum; ikinci gün kalktık gittik dalışa.

Burada Blue Cave adında çok popüler bir mağara var, tüm dalış turları ve dalışa yeni başlayanlar oraya gidiyor. Biz de oraya kısa bir yolculuktan sonra vardık.

Bunlardan biri ben değilim.


İlk önce dalış yapacağız, ardından da şnorkelle kısa bir tur daha atacağız.

Güzel olan şu ki burada ilk defa dalış yapanları bile direkt 5 metrelik suya atıyorlar; bizdeki gibi plajda oyalamıyorlar.

Ve elbette burada da Japonların her şeyden korkma konusu karşıma çıktı. "Aman çok uzaklaşma." "Aman oraya basma." "Aman ben demeden o paleti giyme." "Aman..!"

Aman hakkaten!

Tamam tüp olayı tehlikeli falan, haklısın da ondan sonraki şnorkel kısmında bırak da biraz kendim takılayım? Zaten uzaklaşıp nereye kaçacağım?

Düşünmeyin ki benim iyiliğim için öyle yapıyorlar... O kısmına eyvallah ama öylesine bir uyarı temposu var ki gerçekten yoruluyorsunuz. Böyle tam olarak ilkokul bebeleri gibi, hocanın gösterdiklerine bakıp hocanın gittiği yere kadar onu takip etmeye çalışmak, beni yordu...

Yalnız bu dalış olayından ve tüm turların dalış odaklı olmasından dolayı anladım ki Okinawa'nın olayı, dalışmış... Akşamları şöyle bir dolaştığımda o kadar çok dalış merkezine rast geldim ki zaten, bilinçaltınıza dalış yapmanız gerektiği kazanıyor resmen.

Tabii dalış, son derece tropik bir okyanusta olunca da gördükleriniz.... Bu noktada gerçekten beynim döndü çünkü denizin altında gerçekten şöyle manzaralarla karşılaştım:





Bir de elimize ölü balık tutuşturdular, dediler bununla aşağıda diğer balıkları besleyebilirsiniz. (Birbirlerine düşürüyorlar hep!) O sevimli, sapsarı balıklar, oldu size canavar! Hepsi elimdeki balıktan birer parça koparttı, balık bitti, parmaklarıma saldırdı manyaklar! (Tevekkeli o yüzden eldiven veriyorlarmış.)

Okinawa pek güzel bir yermiş, iyi ki de gitmişim, Japonya'da yaşayıp da bir türlü gitmeyenlere ibret olsun!


23 Mayıs 2012 Çarşamba

Japon yemekleri

Herkesin beklediğini düşündüğüm konuya nihayet geldik. Biraz geç oldu zira ancak anlayabildim nasıl işliyor burada yemek işi.

Bir kere Japonya'da yemek denilince hemen "sushi" demeyin, sushi burada en az tüketilen yiyecek olabilir. Japon sushi'ye rağbet etmiyor, onun başka zevkleri var...

Japonya'da ne yenir, nerede yenir, nasıl yenir sorularına yanıt vereyim.

Öncelikle benim gibi yemek konusunda ruh hastası bir tutum sergilemiyorsanız, Japonya'da gerçekten her şeyi deneyip her şeyi tadabilirsiniz. Burada İngilizce menü pek az; olsa da pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Dolayısıyla yemek seçen bir insan değilseniz, sadece yiyeceğiniz şeyin maketine bakıp "Bu güzel gözüküyor." diyerek o yiyeceği yiyebilirsiniz. Ben örneğin, o maketlere saatlerce bakıp yine de emin olmadan bir şeyler yiyorum ve neyse ki şimdiye kadar çok garip "bir şeyler"e denk gelmedim.

"Bir şeyler" sözcüğünü küçümsememelisiniz. Japon yemeklerine Sushi-Co'lardan, Quick China'lardan öğrendiğiniz bilgilerle hakim olamazsınız burada. Dediğim gibi öncelikle isimleri okuyabilmeniz lazım ve kaldı ki okuyabilseniz bile, yine de bir şey anlamama olasılığınız yüksek.

Tüm Japon yemek ve yiyeceklerinde ortak bir özellik var ki o da hiçbirinin çok güçlü tatlara sahip olmaması. Her tadın tat oranı %50 kısılmış gibi adeta. En basitinden bir çeşit balık yiyorsunuz ve o balığın tadı bile eser miktarda. Bizde nedense elinize falan kokusu yapışıyor ve asla gitmiyor.
Böyle çeşit çeşit sebze içeren bir Soba geliyor, yediğiniz her şeyin tadı neredeyse aynı. Bizde misal, "Hocam biberi sakın yeme, çok feci..." dersin ve zaten o biberin tüm aroması yemeğe yayılmıştır.
Burada acı konusu da bir acayip. Acı yemek istiyorum, acı değil? Wasabi olayı da yalanmış zaten... Yok yok, o gerçek. Wasabi acıların büyüklerinden...

Yalnız burada yaşayan arkadaşlarım artık yemeklere alışmış olacak ki benim alamadığım tatları alıyorlar. Olay alışmakla ilgii belki de.

Gelelim konu başlıklarına...

Yemek vitrinleri

Bizde yemekler menüdeki isimlerden veya varsa, menüdeki görsellerden oluşur. Pek az restorant vardır ki yemeklerin sunumunu yapsın.
Mesela Öveçler'de Tomurcuk diye dandik bir yer var, günlük ev yemekleri falan yapıyorlar -ki tatları da bir halta benzemiyor- onlar o günkü yemekleri birer porsiyon halinde, üstü streçfilmli tabaklarda sergiliyorlardı.
Her neyse, Japonya'da yemekleri vitrinde sergilemek tam anlamıya bir gelenek ve bu, "yemek maketi" sektörünü de beraberinde getirmiş.

Japonya'ya ilk geldiğimde, Türkiye'deki tecrübelerim yüzünden vitrinlerdeki bu yemekleri gerçek sandım. Hatta dedim ki, "bunlar böyle nasıl duvara asılmış da kaymıyorlar..." (Kafam da hiç çalışmamış.)

Yalnız bir dakika. Kendime laf ediyorum ama maketleri görseniz... Ki şuradan bir bakın:


Bunların maket olduğunu kim söyleyebilir ilk bakışta?

Ve dediğim gibi yemek maketi sektörü, almış başını gitmiş. Ben de katıldığım Japonca kursunun bir aktivitesi olarak bir olaya katıldım ve biz de bir marul ve bir tempura ürettik. Çoğu şeyin başlangıç hali de meğer hep bir sıvıyla oluyormuş. 60 derecede kaynamakta olan bu renkli sıvıları, 40 derecedeki suya çeşitli şekillerde döküp hafif katılaştıklarında onlara şekil vererek birçok yemek maketi üretilebiliyor. Daha şık işler için de bu maketleri daha sonra "airbrush" ile allayıp pullayabiliyorsunuz.

Gerçek gibi değiller mi?

Ben nedense işlerin hep gerçek olması gerektiğine inandığım için bu aktiviteyi de "Gerçek bir tempura üreteceğiz." şeklinde algılamıştım ve ancak mekana gidince anladım ki sadece maket yapacakmışız.

Tatlar, lezzetler

Kore'deki yemekler gerçekten garipti ama Japon yemekleri, fena değil.

Burada bir itirafım olsun artık, bizim ülkedeki artistik Çin yemekleri dışında (Çin'de de bunların tatlarının bir garip olacağını düşünmekteyim.) Uzak Doğu yemeklerinden pek haz etmiyorum. Balıkla aram zaten iyi değil, bunlar her bir şeyin içine yosun, Ebi, balık... Zor benim için..

Japon çoğunlukla Udon yiyor. Udon, yer yer etli, yer yer aromalı, içerisinde bir miktar "noodle" olan (Noodle dedim de siz kalın bir spaghetti makarna gibi düşünün.), bol sulu bir yemek. Bir Udon ile doymak mümkün ve dilerseniz bunu büyük boy isteyip sonsuza dek yiyebiliyorsunuz.

Mükemmel, körili bir Udon!
Udon'un daha kalın makarnalı hali Soba oluyor. (Galiba.) Yani aslında Soba ile Udon arasında tam olarak ne gibi farklar var pek anlamış değilim. Yalnız bir restorandaki bir kadın (Çok gizemli oldu.), Udon'un hiçbir zaman balıklı olmadığını söylemişti. Soba'da da balık olabiliyor. Bir de Soba daha susuz oluyor. İyice anlatabildim mi? Aşırı önemli çünkü bu ikisi arasındaki fark...

Japon geleneklerine uygun sunumu ve yeşil soğan ile miso'nun mükemmel uyumuyla süslenmiş, klasik bir Soba. (Yemekteyiz'den alıntı.)

Udon'lar, Soba'lar olmadığında da çok güzel Yakiniku ve Shabu Shabu gibi et odaklı yemekler yenilebiliyor. Shabu Shabu aslında bir aktivite ve size malzemelerin tedarik edilmesiyle başlıyor. Sebzeler, etler, soslar... Ortaya da kaynamakta olan bir su bırakılıyor ve çiğ malzemeleri bunun içine atarak şahane bir yemek yapıyorsunuz.

Shabu Shabu'ya bir örnek. Bizim yediğimiz daha derindi, bu ne böyle tava gibi...

Yakiniku olayı da güzel ve bir nevi ufak bir mangal keyfi yaşatıyor size. Yine çiğ etler geliyor, ortaya bir ızgara bırakılıyor ve burada prosiyon porsiyon, mükemmel bir yemek yapıyorsunuz.
Yakiniku genellikle tek başına yenmiyor zira doymuyorsunuz; yanına mutlaka "gohan" adı verilen, bizde olsa yüzüne bakmayacağınız türdeki pirinç pilavını istemelisiniz...

Yakiniku olayı favorilerim arasında.

Evet, burada pilav çok tatsız. Tatsız derken, gerçek anlamda tatsız; yani herhangi bir tadı yok. Bir kere içine yağ koymuyorlar. Yağ olmayınca pirinçler birbirine yapışıyor, oluyor size lapa. Annem midem falan bozulduğunda bundan yapıp verirdi; o derece bir tatsızlık.

Üzgünüm Japon pilavı; bizim pilav daha güzel.

Okonomiyaki adındaki şahane yemeğe geliyoruz şimdi de. Düşünün ki yemek masasının ortasında kocaman bir tava platformu (O neyse artık...) var ve menüden de kendi zevkinize göre bir karışım seçmişsiniz. Misal içerisinde sebze ve bol et olsun diye bir seçenek seçiyorsunuz. Size bir kasede, son derece çiğ bir karışım (Bulamaç) geliyor. Ardından bu kasedekiler, ortadaki sıcak platforma bırakıyor ve bir süre bekliyorsunuz. Altı kıvama gelince, şöyle biraz katılaşınca, karışımı ters çeviriyoruz. Sonra bunu kenara çekiyoruz ki benim yaptığım gibi altı orada tutuşmasın... Böyle omlet kıvamında bir şey hayal edin ve ona çeşitli soslar döktüğünüzü düşünün... Şu an ağzım sulandı, devam edemeyeceğim.

Fotoğraftan saçma ev kumpirlerine benziyor ama tadı gerçekten çok güzel.

Her ne kadar sushi az tüketiliyor desem de elbette çoğu mekanda sushi ve sashimi de bulmak mümkün. Sushi'yi zinhar sevmezken, sashimi konusunda daha iyi bir peformans gösterdim.

Şimdi tabii bunların dışında böyle mis gibi ızgara etler, ne bileyim makarnalar, daha sıradan balıklar da menülerde bulunuyor ama onları zaten hepimiz biliyoruz.

...

Konu bir anda bitmiş gibi oldu ama tatlı mevzusunu atlamamak gerek.

Japon tatlıları çok enteresan. Restoranlarda servis edilenlerden bahsetmekteyim. Japonların "bean" yani fasulye mi oluyor, bunu tatlıların içerisinde bolca kullanma gibi bir adedi var. Bir de bunun rengi kahvrengi, sanıyorsunuz çikolata çıkacak tatlıdan, bir bakıyorsunuz "bean".

İçerisinde meyve, işte ne bileyim bir meyve sosu, bean olan bir dolu kup, portföyü geniş restorantlarda bolca bulunuyor.

Yalnız bu kuplarda bulunan çok önemli ve son derece baskın olan bir maddeyi söylemedim...

Krem şanti!

Her ne kadar bizdeki kadar ağır ve yoğun bir tada sahip olmasa da Japon, krem şanti yemeye bayılıyor. Bu tezim buradaki krepleri yiyerek de perçinlendi. (Perçinlenmek!) Böyle çilekli krep istiyorsunuz, 3 küçük çilek parçası ve alabildiğince krem şantili bir krep veriyolar elinize.

Bak kekin tepesine bile basmış krem şantiyi!

Bu kupları pek sevmedim, genelde de yemiyorum. Tatlı olarak Japon başka ne yiyor diye düşündüm ama restoranlardan aklıma bir şey gelmedi. Ne var ki Japonların asıl ünlü tatlı çeşitleri de dışarıda perakende olarak satılanlar.

Örneğin Shinjuku istasyonunun batı çıkışında bir seri Japon tatlıcısı var. Farklı çeşitlerde, içerisinde genelde ne olduğunu pek anlamadığınız, topak topak tatlılar hayal edin. En güzellerinden bir tane örnek vereyim:


Bu örnekte çilekli bir şey yiyeceğimiz aşikar ama düşünün ki orada çilek yok da bilmediğiniz bir "şey" var... İşte bu tip tatlılardan o kadar çok var ki... Bir de işin garibi, bu tatlıları yerken herhangi bir aroma tadı almıyorsunuz ama şeker ağzınıza yapışıyor ve sanki bir tablet çikolata yemiş gibi tatlıya doyuyorsunuz.

Japon tatlısı
Aroma yok, şeker çok. (Sloganı budur.)

Bu enteresan tatlıların yanında, pastaları da pek çok seviyorlar ve ben de ara ara yiyorum. Japonya'da her şey küçük olduğu gibi pastalar da ufacık. Bir dilimi mesela 10 TL ve pastayı tam üç ısırıkta bitiriyorsunuz. Bundan satan bir kıza, "Bizim ülkede bu paraya bunun gibi üç tane alıyorsunuz." dedim, "Ayı." diye cevap verdi.
Şaka şaka. Japon bu, kibar insan. "Ahhihih, gerçekten mi? diye sordu. "Öyle valla." dedim, konu kapandı. Zaten bu satıcı kısmı pek öyle muhabbet etmeyi sevmiyor. Otobüste, trende yanınıza oturan teyzeler pek bir seviyor ama...

Son olarak Japon çayı da tatlılara girmiş durumda ama o tatlılardan da ben pek bir tat alamadım. Biz gerçekten aşırı aromalı yiyecekler yiyormuşuz meğer... Her şeyin keskin ve kendine has bir tadı varmış.

Konu burada bitmedi; perakende ürünleri ve hangi tipte restoranlar var, onları da anlatmam lazım ama onlar, Yemekler 2.0'a kalsın... (Konu çok uzunmuş, bitmek bilmiyor.)




20 Mayıs 2012 Pazar

Hiroshima

Kobe'den Hiroshima'ya trenle gitmek istedim, Shinkansen var dediler, "Çok para." dedim. "O zaman bir sürü tren değiştirip 6 saatte gidebilirsin." dediler, "Uğraşamam." diye cevap verdim.

Artık Kobe'de yaşayacağım; buradan çıkış yokmuş.

Neyse ki otobüs firması vardı da otelimin dibinde, ona başvurdum. Tabii Tokyo-Osaka arası korkunç yolculuğumdan ötürü de bir korku var ama kendisinin otobüs durağı olan, özel bir firma görünce tereddüt etmedim. 4 saatlik yolculuk, hem de tekli koltukta! Aldım bileti derhal. (Bu arada otobüs çok ilginçti; üç tane tekli koltuğu yan yana koyun. Aralarında da sadece 1 insanın zar zor geçebileceği kadar genişlik bırakın. Buradaki otobüslerde yiyecek-içecek servisi olmadığı için böyle ilginç tasarımlara gidebiliyorlar.)

Ve gerçekten dört saatte Hiroshima'ya geldik. Baktım hava çok korkunç, ortalıkta dolaşılacak gibi değil hemen müzenin yolunu tutayım dedim.

Bayağı yalan söylüyorum zira sürekli tapınak görmekten, müzelerin varlığını unuttum!

Otele bıraktım bavulu, yağmur yağmaya başlamadan, otelin yakınındaki Peace Memorial Park'a gittim. Zaten Hiroshima'nın asıl olayı da orasıymış.

Peace Memorial Park şöyle bir yer:


Yalnız parkın hiç adam gibi fotoğrafını çekmemişim; köprüyü koydum park diye...

Parkın olayı da şu ki ünlü atom bombası, burada patlamış. Atomic Bomb Dome adında bir yapı var, savaşı hatırlatsın diye onu ortadan kaldırmamışlar; bomba o yapının 145 metre ötesinde, 600 metre havada patlamış. A-bomb Dome da şu oluyor:


Çek bir mimar tasarlamış bu binay ve o dönem ve Hiroshima için çok beğenilen bir yapı olmuş. Ne var ki bomba infılak edince, geriye sadece bu kalmış. (Yine iyi kalmış.)

Parkta biraz dolandıktan sonra yağmur tam anlamıyla başlayınca, dedim ki "Müze!" Müzeye koşarak girdim ve ilk olarak beni şu olay şaşırttı ki, 10 - 25 TL arasında değişen tapınak ve müze girişlerinin aksine, herkes nükleer silahların ne kadar can acıtabileceğini görsün diye, sembolik bir giriş fiyatı belirlenmiş. O da 1 TL.

Bu fiyatı duyunca, görevlilere hiç düşünmeden, "Dağın tepesindeki tapınaka giriş bile 800 yen, burası niye böyle ucuz?" diye sordum. Önce bir eğlendi görevliler, "Ay hakkaten di mi?" cümlesinin Japoncasını sarf ettiler ve ardından da bu trajediyi herkesin görmesi gerektiğini söyleyip beni içeri buyur ettiler.

Müzenin çok iyi bir yönlendirmesi vardı. Sizi 1890'lardan alıyor, 2000'lere kadar getiriyor. Önce Japonya'nın  denizlerdeki savaşlarından bahsediyor, Çin'le mücadelesini konu ediyor; sonra 1. Dünya Savaşı'na değiniyor ve 2. Dünya Savaşı'na geliyor. Her şey çok detaylı anlatılmış, interaktif tarih kitabı gibiydi ortam.

2. Dünya Savaşı kısmında tarihimin de ne kadar kıt olduğunu anlamış oldum. Ben ne biliyordum, Japonya'ya atom bombası atılmış, Japonya yenildiğini kabul etmiş. Bu kadar. Misal Pearl Harbor bombardımanını savaşın sonlarında bir yerlerde diye biliyordum, meğer en başındaymış.

Japonya'nın İngilizlere ve Pearl Harbor baskını ile Amerika'ya savaş açıyor, savaşın başlarında da bayağı üstün konumda oluyor. Ne var ki kısa sayılabilecek bir sürede yenilgiler geliyor ve Japonya'nın üstün konumu ortadan kalkıyor. Amerika Japonya'nın tüm önemli şehirlerini "Carpet Bombing" adındaki bombalama şekliyle, sürekli bombalıyor ve taş taş üstünde kalmıyor.

Zaten şimdiye kadar gezdiğim tüm tapınaklarda şu ifade vardı: "Bu tapınak aslında 1168'de yapıldı fakat Japonya'daki çoğu tapınak gibi, bu tapınak da 2. Dünya Savaşı'nda infılak etti. Bu gördüğünüz 1960'da yapıldı". vs.

Amerika Japonya'yı dümdüz etmiş fakat Japonya yılmamış. (Kısa bir ara verip müzeden birkaç görünüş alalım.)





Rusya ile ateşkes antlaşması yapmalarına rağmen Amerika dur durak bilmemiş ve Amerika - İngiltere - Çin bir araya gelerek Japonya'yı teslim olmaya zorlayan bir antlaşma hazırlamış. Şartsız koşulsuz bir teslim olma durumu varmış ortada ve Japonya da "Yok ya?" demiş, geri çevirmiş. Bu sırada da Japonya diye bir şey kalmamış ortada, o denli kötü durumdalar aslında.

Tüm bu olaylar olurken, hatta savaşın ortasından itibaren Amerika Almanya'nın nükleer silah geliştiriyor olma ihtimaline karşın, kendisi de nükleer araştırmalar içerisine girmiş. Tam 2 milyar dolar harcayarak nükleer bomba üretmeyi de başarmış.

Japonya'nın antlaşmayı geri çevirmesi, nükleer bombanın denenmesine de yol açmış aslında. Amerika'nın atom bombasını deneme nedenlerinden bir tanesi, 2 milyar doların harcanmış olması ve bazı kesimlerin, "Kullanmayacaksanız, neden bu kadar para harcadınız? Ayrıca belki de işe yaramayan bir şey geliştirdiniz?" diyebilme ihtimali.
İkinci neden bombanın etkisini görmek istemeleri ve üçüncüsü de bu bomba ile Japonya'nın kesin olarak savaştan çekilecek olması.

Hiroshima, Nagasaki ve iki bölge daha atom bombasının denenmesi için ön görülmüş. Hiroshima'nın bombalanma nedenleriyse şöyle::

- Daha önce hiç bombalanmamış olması.
- 4 Km2'lik alanda yoğun bir nüfuslaşma olması.
- Savaş esirlerinin tutulduğu bir yerin olmaması.
ve
- Hiroshima'nın o gün bomba için çok uygun, apaçık bir havaya sahip olması.

Amerika, hiçbir uyarı yapmadan, süper bir gizlilik içerisinde 6 Ağustos 1945'de, sabah 8.15'de atom bombasını Hiroshima'nın ünlü köprülerinden bir tanesinin üzerine bırakıyor.


Ve Hiroshima, resmen yok oluyor.

6 Ağustos 1945, 8:15


6 Ağustos 1945, 8:16


Ben sanıyordum ki bomba daha çok radyoaktif bir etki yarattı, millet yavaş yavaş öldü falan. (Ben de iyicene manyakmışım.)
Meğer bayağı her şeyi süpürmüş bomba.

Bomba da 4 ton ağırlığında, 3 metre uzunluğunda, kocaman bir şey:


Çoğu insan anında ölmüş, ölmeyen ve bombanın yaydığı ısıya maruz kalanlar feci şekilde yanmış ve birkaç gün içerisinde ölmüş. Bombaya maruz kalmayanlar ama radyasyon yiyenler de bir süre sonra kanser olmuş. Aferin Amerika.

Müzedeki her şeyi okuyup, kalıntıların hepsine bakıp bir de fonda sürekli çalan hüzünlü müziği dinleyince insanın gerçekten asabı bozuluyor; bombayı yemiş kadar oluyorsunuz.

Bu müze, gerçekten görülmesi ve içerisinden iki saatten erken çıkılmaması gereken bir yer. Atom bombası, atom bombası deyip durduk yıllarca ama gerçekte neler yaşandığını bu şekilde görmek, çok farklıymış meğer.

Miyajima

Diğer gün tası tarağı topladım ve Hiroshima'nın biraz dışındaki çok ünlü bir adaya gittim. Bu adadaki Torii Gate, Japonya'daki en güzel üç manzaranın oluşmasına neden olan, denizin ortasında duran bir kapı ve amaç onu görmek. Ne var ki Japan Guide adındaki sitede bir önceki gün aynen şu uyarıyı görmüştüm:

"Nisan'da kopan bir fırtına yüzünden Torii Gate hasar görmüştür ve 18 Haziran'a kadar tamirat sürecektir. Şu anda kapının üstü kapalıdır."

Bayağı adanın tüm olayı bitti benim için ama Hiroshima'da yapacak başka bir şey yok ve adada başka atraksiyonlar olduğu söyleniyor diye kalktım gittim yine de.

Adaya vardığımda görmem gereken şuydu:


Beni karşılayan ise şu oldu:


Nasıl? Şahane manzara değil mi? Üstelik deniz de çekilmiş, kapı denizde değil, karada duruyordu gayet. (Gerçi akşama doğru deniz geri geldi ama o örtü olduktan sonra, ne fayda...)

Ben de burada pek oyalanmadım ve Misen adındaki dağa tırmanayım dedim. Miyajima'nın en yüksek noktasına teleferik koymuşlar ve Hiroshima'ya tepeden bir bakış atabiliyorsunuz. (Hiroshima'da kule yoktu, dağa çıkayım dedim.)

Yine geyiklerin serbest dolaşımda olduğu Misen Dağı'na iki tane teleferikle çıkılıyor ve yetmiyor, 20 dakika kadar da yürüyorsunuz. Yürümek dediğim, bidiğin tırmanmak ve gerçekten ağzım yüzüm kaymıştı zirveye ulaştığımda.


Miyajima'nın başka da bir numarası yok. Bir tane akvaryum vardı ama oraya da gitmedim. Yazın gelindiğinde denize de girildiği söyleniyor lakin ben deniz keyfini Okinawa'ya saklıyorum.


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Kobe... Bir liman şehri

Değişiklik olsun, bu defa bir şehri terk etmeden buraya bir şeyler yazayım.

2 gündür Kobe'deydim. Kobe, 1995 yılında bir deprem sonucunda ağzı yüzü dağılan, hafiften İzmir'i andıran bir şehir. Tabii İzmir'den daha küçük ve sanayi çok daha çılgın bir boyutta ama benzetmek gerekirse illa, İzmir diyorum.

Kobe'nin iki tane ünlü şeyi var -ki zaten o yüzden sadece 2 gün ayırdım buraya. Bir tanesi marinası, diğeri de eti. "Kobe Beef" adındaki ünlü ve pahalı etin anavatanı burası. Ne var ki Kobe Beef, burada da çok pahalı! Eğer hakkıyla bir porsiyon Kobe Beef yemek istiyorsanız, yaklaşık 450TL'yi gözden çıkartmanız gerekiyor. Bu pahalı mekanlarda hem en kaliteli eti yiyorsunuz, hem de masada size bu eti özenle kesip pişiren bir aşçı da eşlik ediyor.

Marina ise şöyle bir yer:


Şu kulenin tepesine elbette çıktım. Çok bir numarası yok. Sağdaki amorf kafes sistem de müze. Önde de deniz var. Deniz pek güzel değildi, ayrıca burası marina değil, bildiğin limandı bence. Mesela bazı fotoğraflar koyacağım Facebook'a, orada sanayinin arasında sıkışmış bir dönme dolap göreceksiniz. "Harborland" diye eğlence mekanı yapmışlar ama sağda solda kocaman vinçler var, tankerler yanaşmış falan... Tam kendini bulamamış o liman, ben söyleyeyim.


Şu öndeki gezi teknesinin de İtalyanca bir adı vardı ama unuttum. Birkaç tane böyle gemi var size deniz turu hizmeti veren; dilerseniz onlara katılabiliyorsunuz. Ben katılmadım.

Kobe'nin başka da bir olayı yokmuş aslına bakarsanız. Kuzeyde Roko mu, Rokoko mu, bir dağlar var yemyeşil ama pek aksiyon yoktu oralarda. Onsen'ler varmış birkaç tane ama bana da artık onsen'den, sento'dan biraz fenalık geldi. (Şunları diyeceğimi hiç düşünmezdim :D)

Kobe'dir, Nara'dır, bunun gibi küçük yerleri gezmenin de süper bir yolunu keşfettim: Bisiklet!

Günlük 10TL'ye kiralıyorsunuz bisikleti, sonra ver elini tüm görülmesi gereken yerler... Bisiklet olayı çok yaygın olduğu için "Nereye park ederim?" "Kaldırımdan gitsem kafama odunla vururlar mı?" "Oraya bisikletle giriş yoktur kesin..." gibi kaygılarınız da olmuyor. Türkiye'de misal o bisikleti zaten park ettiğinizde öyle ya da böyle çalarlar, o ayrı ama bizde alışıldık bir durum olmadığı için de gerçekten ne yapacağınızı bilemezsiniz.

Burada ise bisikletle en dar kaldırımlarda bile gidebiliyorsunuz, bisikleti yasak olmayan bin tane yere koyabiliyorsunuz, kilitlemeseniz bile gözünüz arkada kalmıyor... Sırada Hiroshima var mesela, orada da artık olayım bisiklettir.

Şimdi ne kaldı, 15-17 Mayıs arası Hiroshima, ardından 18-21 Mayıs Osaka'ya geri dönüş (Birkaç yer kalmıştı, onları da göreyim.), 22-24 Mayıs Okinawa, 26-29'u da Tokyo. Ve böylece macera bitmiş oluyor...


13 Mayıs 2012 Pazar

Kyoto!

Ünlemi var başlığın zira Kyoto, Japonya'nın özeti gibi bir yermiş meğer...

Buraya gelmeden önce Kyoto'nun ziyaret edilmesi gereken bir yer olduğunu biliyordum ama bu kadar büyük bir kültürel zenginliğe ev sahipliği yaptığını (Bak bak, cümlelelere bak!) tahmin edememiştim.

Kyoto Osaka'nın yanı başında ve son derece uyduruk bir trenle ulaşılabilecek bir yer. Çok çok eskiden Japonya'nın başkentiymiş fakat adını hatırlamadığım bir imparator, "Tokyo'ya gidelim ya, burası sıktı." deyiverince, Kyoto da sap gibi kalmış. Buna rağmen ben Kyoto'yu Nara gibi daha ufak bir yer sanıyordum ama kocaman bir şehir çıktı karşıma.

Zaten Japonya'da genel bir konu var; mesela bizde eski ve küçük kalan yerler, o havasını biraz korumayı başarır. Burada şehirleşme hemen bölgeyi ele geçiriyor ve eski bir mahalle bile eskiliğini koruyamıyor, atmosferini yitiriyor.

Kyoto da bundan nasibini almış lakin birçok bölgesi var ki hepsi gerçekten birer dünya harikası.

İlk gün şehrin uzaklarına gitmeden, yakındaki bölgelere bakayım dedim ve Gion bölgesi hemen dikkatimi çekti. Gion'un bir gece görüntüsünü göstereyim:


Gion'da dere kenarında yemek yenilecek süper yerler var. Bakın yemek yiyen insanlar şu şekilde kameralara yansıyor:


"Ambiansı" olan bir yer Gion. Üstelik burada gündüz dolaşırsanız, karşınıza kanlı canlı geyşalar da çıkabiliyor. Geyşa'nın tam olarak ne olduğunu bilmeyenler için de özetleyeyim. Geyşa'lar birçok alanda eğitim alan, yeri geldiğinde çok iyi şarkı söyleyen, yeri geldiğinde her konuda bir şeyler bildiğini konuşmalarında gösteren, maharetli insanlar. Geyşa'lık bir iş kolu aslında ve kültürel de bir olgu. Yani aklınızda Geyşa denilince hemen başka şeyler oluşmasın lütfen!

İşinde gücünde bir Geyşa.

Gion'dan uzaklaşıp hemen turuncu rengin hükümdarlığındaki Fushimi Inari'ye gidiyoruz. Burası hakkında hiçbir şey bilmiyordum aslında; sadece birçok katalogda art arda turuncu dikmeler görmekteydim ve onları görmek zorunda olduğumu hissediyordum.

Fushimi Inari, bir dağa yayılmış, kocaman bir mabed olarak karşıma çıktı.


Girişte hemen birkaç tane tapınak karşınıza çıkıyor ve sonra yukarıdaki meşhur geçitlerin ilkine geliyorsunuz. Ben sanıyorum ki olay o; dahası yok. Yolu takip ettikçe karşıma bu turunculardan o kadar çok çıktı ki, bir noktadan sonra dünyanın en normal şeyiymiş gibi gelmeye başladı her gördüğüm.

Dağı çıktım çıktım, dağ bir türlü bitmedi. Bir noktaya geldim ki artık vahşi doğanın tam olarak ortasında olduğumu belirten bir uyarı çıktı:

"Dikkat! Vahşi maymunlar! Fotoğraf çekmeyin, onlara bir şey vermeyin, yaklaşırlarsa yerden taş alıp atıyormuş gibi yapın!"

Benim de kafamda kulaklık, elimde harita, boynumda foto makinesi, çanta... Maymunların alıp kaçmak isteyeceği her şeye sahibim o an ve bu maymunların hırsızlık konusunda ne denli maharetli olduğunu da Marmaris'teki "Zilli" adındaki maymundan öğrenmiştim.

Dağı çıkarken, çıkarken, bu maymunlar da karşıma çıktı sonunda. Benle pek ilgilenmiyor gibiydiler ama sonradan baktım, bana doğru bir gelmek istiyor gibiler ve bir tanesi alenen geliyor! Maymun koşa koşa gelirken, gelişine bir vole vurmuşum... Maymun uçtu gitti yamaçtan aşağı.

Hikaye böyle olsa gerçekten eğlenceli olurdu ama maymuna vurmadım. Onun yerine "kışt, hoşt, höğeeee" gibi garip sesler çıkarttım, o da gerisin geri gitti. Yerden taş alıyor gibi yapmak çok saçma geldi bir an...

Her neyse, dağın en tepesine ulaşamadım zira bir noktadan sonra yönlendirmeler de tamamıyla Kanji olmaya başladı ve kaybolmamak adına, geri döndüm.

Söyleyebileceğim tek şey, Fushimi Inari inanılmazdı.


Sonra soluğu yukarıdaki tapınakta aldım. Burası aslında eskiden birisinin eviymiş ve tüm çevresi de yine ona ait bir araziymiş fakat sonra el değiştirirken falan, World Heritage olmuş.

Kinkakuji Temple'ın en büyük özelliği, ilk ve ikinci katının altın kaplama olması. Ayrıca içerisinde bulunduğu arazi de çok güzel. Bahçeler, ağaçlar, göletler...

Buradan çıktığımda saat 4.20 gibi bir şeydi ve yakında bir tane daha, önemli bir tapınak olduğunu biliyordum. Tapınaklar 5 dedin mi kapandığı için buradan koşarak çıktım ve Ryoan Ji adındaki tapınağa -ki yokuş yukarı bir yerdeydi- resmen koşarak yetiştim.


Ryoan Ji'nin en büyük özelliği, bu bahçesi. (Tapınağın gerisinde iş yok.) "Taş bahçe" adındaki bu bahçe bir Zen bahçesi ve buna uzun uzun bakarsanız, dinginliği buluyorsunuz.

Gerçekten o kadar sessiz ve huzur dolu bir yerdeki bu tapınak, bu taşlara öyle bakıp giderken buluyorsunuz kendinizi.

Bahçedeki beyaz çakıllar deniz, siyah kayalar da adalar... Yeşillik veya başka bir eleman yok bahçede. Bahçenin tam olarak neden böyle olduğunu anlamak içinse Zen bahçeleri adındaki kitabı alıp okumak gerekiyor zira Zen bahçeleri, Asya'nın dört bir yanında karşılaşılan, meşhur bir mevzuymuş.

Kyoto'nun Arashiyama adındaki bir bölgesi daha var ki orası tam anlamıyla bir gününüzü geçirebileceğiniz, apayrı bir bölge. İçerisinde tapınaklar, küçük dükkanlar, kayık gezileri, maymun bahçesi ve daha birçok enteresan şey var.

Kyoto'ya en az 3 gün ayırmak lazım eğer her şeyi koşarak yapmak istemiyorsanız. 4 gün ayırırsanız hele, bir gününde de şahane bisiklet turu yaparsanız.

Japonya'ya gelip Kyoto'yu görmeden olmaz diyorum. Japonya'ya gidecek olanlara duyurulur.


7 Mayıs 2012 Pazartesi

Japonlar 2.0

Şu an Kyoto'da olduğumu bildiririm öncelikle.

İkinci cümlemde ise, Japon halkıyla toplamda 35 gündür birlikte olduğumu bildirmek isterim. Bu süre zarfında kendilerini az çok tanıdım ve size de bu enteresan halkın, enteresanlıklarından biraz bahsetmek isterim.

Varan 1


Hizmet sektöründe çalışan Japon, her zaman güler yüzlü. Emlakçıya mı girdiniz, hemen bir hoşgeldinizler, bir ilgi alaka... Türkiye'dekinden daha yoğun, bir yandan daha sahte bir ilgi bu. Bizde adam o gün mutsuzsa, bunu suratından okursunuz.
Japon'un en fantastik hale geldiği nokta ise market ve restoranlarda ortaya çıkıyor...

Örneğin Family Mart'a girdik. Girer girmez hemen birisi "Irrashaimaseeee..." diyiveriyor. (Hoşgeldiniz.) Sonra bu meksika dalgası misali yayılıyor ve içeride kaç kişi çalışıyorsa, herkes bunu söylüyor.

Garip olan bu değil.

Çalışanlar bu lafı söylemeye o kadar şartlanmış ki toplamda 5 saniye önce sizi gören bir çalışan, marketin içinde tekrar görürse, tekrar aynısını söylüyor. Bir raf arkaya geçiyorsunuz, öndeki rafa geri dönüyorsunuz ve...

"Irrashaimaseeeee!"

Korku filmi gibi.

Bu durumun restoranda olan versiyonu çok daha komik. Özellikle büyük restoranlarda, bu "hoşgeldiniz" dalgası, ön kapıdan başlıyor ve arka tarafa doğru yayılarak en son mutfağın içine kadar girerek, 15 saniye kadar devam ediyor.

"Tamam! Hoşgeldim!"

Varan 2


Ekonomilerinin nasıl bu kadar iyi olduğunu, nasıl bu kadar düzgün iş yaptıklarını anlamış bulunuyorum.

Japon çok çalışıyor bu bir. İkincisi, her şeyin nasıl yapılacağı o kadar belli ki, siz mimarlık fakültesinden mezun olun, gidip bir şirkette muhasebe sorumlusu olarak iş yapmak isteyebilirsiniz. Neyi, nasıl yapmanız gerektiği size bir bir anlatılıyor, yazılıyor, çiziliyor ve robot gibi o işi yapıveriyorsunuz.

Bunu anlattım zira Japon, çok ilginçtir ki sosyal zeka veya pratik zekadan son derece yoksun!

Kore'de İngilizce soru sorduğum insanların nasıl kilitlenip kaldığından ve akabinde kaçma eğilimi gösterdiklerinden bahsetmiştim.

Japon, İngilizce olsun, Japonca olsun, bir şeyi anlamayınca öylesine şaşırıyor ki... Sanki o an 1500 yıl sonrasından gelen bir uzaylı olduğumu söyledim.
Ve ne söylemiş olabileceğimi asla düşünmek istemiyolar. O şaşkınlıkla, öyle bakmaya devam ediyorlar.

Bunu sokaktaki adamın yaptığını sanmayın. Pazardaki adam da aynı, istasyondaki de, marketteki de...

Mesela bir tur şirketine gitmiştik. Bize yardımcı olacak, Japoncası süper bir arkadaş da yanımızda. Tur şirketi nedir, elindeki paketleri size gösterir, anlatır, yardımcı olur.

Biz de bir kaplıcaya gitmek istiyoruz. Kaplıca da şart değil, güzel bir yerlere gitme niyetimiz var. Sakura da görebilsek iyi olur diyoruz falan. Her türlü opsiyona açığız anlayacağınız. Firmanın elinde de envayi çeşit katalog var. Biz böyle, hevesli ama ne yapacağını bilmeyen turist imajımızı hemen ortaya döktük; o kataloğa bakıyoruz, "burası neresi?" diye soruyoruz, kadın kataloglarn yerini değiştirirken elinden bir tanesini kapıp, "peki ya burası?!" diye sıkıştırıyoruz vs.

Tek isteğimiz, bize bir şeyler önermesi.

Kadın ise sadece sorularımızı yanıtlıyor.

- Burası neresi?
- Orası Hakone.
- Peki ya şurası?
- Orası Himeji Kalesi.
- Oraya günübirlik gezi şeklinde gitsek, nasıl olur?

ERROR.

Yahu bir şey öner; de ki, "Himeji Kalesi'ne tüm gün gitmek anlamsız. Belki şöyle bir Kyoto turu yaparsanız, oradan da geçiş yapabilirsiniz. Hem Kyoto'daki turda şunlar, şunlar var; Sakura'ların olduğu yerler de bol.."

Böyle bir cümlenin ortaya çıkması için tüm Japonya seferber olsa, yine de başarılı olunamaz.

Bizim paramızın olduğu belli, bir yerlere gitmek için can attığımız apaçık ortada, sen orada desen, "İnanılmaz bir tur var 2 gün sonraya. Biraz pahalı ama şunları, şunları yapabileceksiniz." biz zaten o an o tura katılırız. Ama yok, kendi fikrini söylemiyor ki sorumluluk almasın.

Japon, sorumluluk almaktan nefret ediyor. O yüzden sana bir soruyu 120 kez soruyor, 16 kez onay cevabı almadan da işlemini yapmıyor.

Hiçbir satıcı, ürününü pazarlamıyor. Kolaylık yapmak istemiyor. Sana alternatif ürün göstermiyor. Seni anlamak için, kesinlikle çaba sarf etmiyor.

Japon sadece bakıyor.






Varan 3

Japon kızları bir garip. Bazıları tam Türk. Kaybolmuşum, istasyonu bulamıyorum, birine sorayım diye gidiyorum bir kızın yanına; soruyu yarım yamalak dinleyip "Ay bilmiyorum." diyiveriyor.

Bazısı efendi gibi cevap veriyor, ona lafım yok.

Bazı Japon kızlar da yolda, parkta bahçede dinlemeden selam veriyor. Bunların genellikle üçerli beşerli kız grupları olması da dikkatimden kaçmadı değil. "Helloooo!!!" diyip ardından sizden tepki alınca da bir gülüşmeler, bir arkaya bakıp daha da çok gülüşmeler, dedikodular... Amaçları nedir, kesinlikle anlayabilmiş değilim.

Bir dahakine benden selamı alıp gülüşerek yollarına devam ederlerken, hızla arkalarından koşup "Nani korrrreeeee!!!" diye bağırmayı planlıyorum. Bakalım o zaman ne olacak ey Japon kızı?!

Varan 4

Japon sizi anlamıyor.

Bu ne demek, açıklayayım.

Şimdi ben belirli bir seviyeye kadar Japonca bilmekteyim ve biriyle iletişime geçtiğimde de asla komplike cümleler kuramıyorum, zor kelimeleri hiç seçmiyorum bile.

Buna rağmen Japon, nedense benim az önce büyük bir Japonca eseri birkaç saat içerisinde okuyup bitirdiğimi varsayarak, başlıyor da konuşmaya...
Japon'un o boş bakışını bu defa ben yapıyorum. "Anlamadm..." diyorum.

Japon ne yapıyor?

Aynı cümleyi, aynı hızda tekrar söylüyor.

Haaa, şimdi anladım işte! Çünkü az öncekinden çok daha farklı söyledin ya da bir anda vahiy geldi, Japoncayı sular seller gibi konuşur oldum!

Bunu da özellikle restorandakiler yapıyor.

Japonlarda nedense bir otomatiğe bağlama durumu var. Evet evet, olay bu. İşte olsun, sosyal ortamda olsun, otomatik hareket ediyorlar ve bu yüzden de o otomasyonun dışına çıkıldığında, kesinlikle duruma ayak uyduramıyorlar.

Japonda "panik kontrolü" yok. Diyelim ki bir bekleme kuyruğu çok uzadı ve binaya sığmıyor. Görevli asla demez ki, "Abicim sen, sondaki, gel ikinci kuyruk yapalım şurada. Bak binanın dışına çıktınız hepiniz... Gel abi, gel..."

Onun yerine o kuyruk iki bina öteye kadar uzar gider.

Buradan da anlıyoruz ki Japon, insiyatif kullanamıyor. Kullanmak istemiyor. Neden? Çünkü sorumluluk sevmiyor!

Varan 5

Japon nedense çok sabırlı. Beklemekle ilgili hiçbir problemi yok. Hobi olarak sırada beklemediklerini bile düşünüyorum artık.

Geçtiğimiz ay Harajuku'da bir dondurmacının önünde (Ben & Jerry's) öylesine uzun bir sıra vardı ki... Alt tarafı dondurma ya! Ve yer gök dondurmacı kaynıyor. Yine de herkes bekledi de bekledi...

Toplamda iki adımda geçilecek sokaklar var ve trafik yok. Japon kırmızı ışık yanıyorsa, asla karşıya geçmiyor. Ama sokak o kadar ıssız ki... Yok, bekliyor. Ben bekleyemiyorum valla kusura bakmasınlar!




Varan 6

Sıkışıklıktan nefret ederim, Japon etmiyor. Neden? Çünkü alışmış.

Her sabah Tokyo'da öyle bir trende gittim ki okula... Böyle bir şey yoktu gerçekten. Bu sırada ayakta uyuyanlar bile oluyordu ama. Kavga gürültü de yok... Kadınlar "Ay orama değdin!" de demiyor.

Hiç anlamadım...

Varan 7

Özellikle trenlerde, Japon nedense telefonuyla oynamaktan büyük keyif oluyor. Herkeste bir iPhone, trene adım atar atmaz o telefonda bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Ne yaptıklarını bilmiyorum tam olarak ama bir şeyler okuyanını da gördüm, klip izleyenini de... Telefonlar ellerinden kesinlikle düşmüyor; aşırı sıkışıklık olsa da, sadece 1 durak gidilecekse de...

Alıp kıracağım bir tanesini bir gün.

Telefonu değil, kalbini...




Final

Japon bu şekil bir insan... Daha da var bariz özellikleri de onları 3.0'da anlatırım artık.

Fakat en iyi özellikleri şu ki hepsi kaliteli insanlar. Öküzü, krosu, mahalle karısı diye ayrılmıyorlar; hepsi nazik, hepsi düzgün...