27 Nisan 2012 Cuma

Shibuya

Tokyo'ya ilk geldiğim sıralar Feyza ile birlikte gittiğimiz Shibuya'ya ikinci kez de Dilara ile gittim ve bu isimlerden de anladığınız üzere, Tokyo'da Türk çok.

Türkler aslında burada kebapçı. Başka bir şey yapan dört kişi tanıyorum: Biri doktora yapıyor, diğeri üniversiteyi bitirip çalışmaya başladı ve master yapacak, diğeri beni ziyarete geldi ve gitti, sonuncusu da burada halı işin yapan bir Türk arkadaş.

Geriye kalan herkes, kebap satıyor.

Kebaplar sanıyorum ki ülkeden ülkeye de farklılık gösteriyor. Misal Viyana'da bir kebap yemiştik, içinde yağ yoktu. Yağ olmayınca da inanılmaz kuru oluyordu. (Dürüme sarıp veriyorlar.) Zaten Viyana halkı da bu dürümün içine yoğurt koyduruyordu ki biraz boğazlarından geçsin.
Burada da döneri garip bir sosla birlikte gobit kıvamında hazırlıyorlar, içine buranın bazı sebzelerini atıyorlar, yarı Japon, yarı Türk, garip bir şey yiyorsunuz. Hiç kötü değil de bir İskender de değil yani...

Her neyse, Shibuya diyorduk. Size şöyle göstereyim Shibuya'yı:


Size Shibuya'nın en popüler yerini gösterdim. Burası envayi çeşit filme konu olan, bir ton Japon'un aynı anda karşıdan karşıya geçtiği yaya geçidi kompleksi. Lost in Translation'da, hemen bu geçitin dibinde yer alan Starbucks'ta oturuyorlardı misal. Ayrıca Fast and Furious'ın üçüncü filminde de burada bir takım aksiyonlar vardı da tam hatırlamıyorum şimdi ne oluyordu...

Shibuya bu bölgesiyle ünlü değil tabii. Burası moda merkezi. Zaten garip giyinen Japon halkı, burada daha da garip giyiniyor.

109 adında bir alışveriş merkezi var örneğin (Bizim büyük alışveriş merkezleriyle karıştırmayın; daha çok Kızılay'daki Yeni Karamürsel kıvamında.), burada o kadar garip kıyafetler satılmakta ki... Garip dediğime bakmayın, aslında güzel ama özellikle Türkiye'de olan bitene göre çok acayip bir noktada. Yani şöyle diyeyim, buradan kendinize tam teşekküllü bir tarz yaratıp çıkarsanız, Türkiye'de herkes size 12 kez bakar.

109'nun erkeklere özel versiyonu da var ki burada olan biten biraz daha normal. Yine de bazı ayakkabılar ve takılar vardı ki... Çok acayip gerçekten. Japon'da bir parıltılı giyme modası var ki bilirsiniz onun anlamı Türkiye'de biraz daha farklıdır. Koskoca "109 Men's"den hiçbir şey almadım, alamadım. Elim gitmedi.

Shibuya'da alışveriş yapılıyor ve oradan dilerseniz Harajuku'ya da geçebiliyorsunuz. Harajuku'da ucuz, kalitesi düşük ama gençliğe hitap eden birçok ürünün satıldığı dar ve çok ünlü bir sokak bulunmakta. Buradan bir ton "tarz" şey almanız mümkün ama dediğim gibi kalitede sıkıntı çok.
Şu dar sokaktan bahsederken aklıma geldi, Japonların en çok sevdiği tatlılardan bir tanesi de krep. Ama bizdeki Waffle'larla karıştırmayın. Burada krepin içine tuzlu da koyuyorlar, tatlı da. Tatlıların içine de meyve, dondurma, "bean" gibi şeyler tıkıştırıyorlar. Sorun şurada ki krem şantiyi de bir basıyorlar ki içine... Yediğiniz şey krema içinde eser miktarda bulunan meyve ve dondurma oluyor. Bizim Waffle'lar daha iyi.

Shibuya'da hoş bir olay daha var ki o da hemen metro çıkışında sizi karşılıyor. Bir köpek heykeli bu ve adı da Hachikõ. Hikayesini Wikipedia'dan aldım, sizlere paste edeyim hemen:

"Haçiko (10 Kasim 1923 – 8 Mart 1935) Odate'de doğdu. 1924 yılında Tokyo üniversitesinde görev yapan Japon profesör Dr. Hidesabura Ueno, küçük bir köpek yavrusu edindi kendine. Profesör Ueno, Japoncada "sekiz tane" anlamına gelenHaçiko adını koydu köpeğine. Safkan akita cinsi beyaz bir erkek olan Haçiko, her sabah üniversiteye gitmek için evden metroya yürüyen sahibine eşlik etti. Metronun dış kapısına kadar getirdiği sahibini uğurladıktan sonra da eve döndü. Çok geçmeden bir akşam üniversite dönüşünde metronunn çıkışında Haçiko'yu kendisini beklerken gördü profesör ve çok şaşırdı. Bu akıllı köpek sahibinin eve dönüş saatlerini hesaplayarak ve aynı yolu kullanacağını düşünerek metronun önüne gitmişti.


Ondan sonraki bir yıl boyunca, Haçiko her sabah sahibini metroya kadar götürdü, her akşam iş çıkışında da metronun önünde karşıladı. Hiç saatini şaşırmadı.


Ama bir akşam metrodan çıkmadı profesör. Haçiko gözleri metronun kapısında gece boyunca bekledi. Bir sonraki akşam yine yoktu profesör. Üçüncü akşam metrodan yine çıkmadı. Üniversite'de kalp krizi geçirip ölmüştü profesör...


Haçiko her akşam sahibim metrodan çıkar diye inatla bekledi. Haftalar, aylar boyunca her akşam tokyo metrosunun Shibuya istasyonu'nun kapısına gitti. Haçiko tam 10 yıl boyunca sahibinin gelmesini bekledi. 12 yaşındayken metronun kapısında öldü."



Acıklı bir hikaye ve Japon olsun, turist olsun, herkes bu heykelin yanında bir fotoğraf çektirtmeden gitmiyor. Tabii ben de yaptım bunu...




Bir de bir takım sanatçılar, bir duvara süsleme yapmış yine bu konuyla ilgili. O da şöyle bir şey...





Shibuya'ya bir kez daha hediye mediye almak için gitmeyi düşünüyorum, daha da uğramam herhalde...

26 Nisan 2012 Perşembe

Shinjuku

En son Akihabara'yı anlatmışım çok önemli gibi ama Tokyo'ya gelen herkesin mutlaka soluğu alacağı bir yer var ki orası da Shinjuku...

Shinjuku aslında merkez gibi bir durumda fakat her gelişmiş ülkede olduğu gibi, Japonya'nın şehirlerinde de tek bir merkez yok. Daha çok aktivitelere göre yayılmış merkezler. Örneğin gece hayatı istiyorsanız Roppongi'ye gidiyorsunuz, deniz kenarında bir gece için Odaiba'ya uğruyorsunuz, park gezmek istiyorsanız Shinjukugyoenmae'ye veya Yoyogi'ye gidiyorsunuz, alışveriş için Shibuya, hediyelik eşya ve hoş tapınaklar için Asakusa vb...
Shinjuku ise devasa bir metro istasyonuna sahip olduğundan, şehrin en kalabalık yerlerinden biri olmuş durumda. Durum böyle olunca da dükkanlar, yemekçiler, barlar da bolca bulunuyor.

Shinjuku'da neler yaşandığına bir bakalım.

Öncelikle burada kayboluyorsunuz. Shinjuku'da kaybolmak, bir aktivite. İlla ki istasyonun neresinden çıktığınızı 10 sefer kadar anlayamıyorsunuz, illa ki çıktıktan sonra yönünüzü kaybediyorsunuz. Japonlar bile Shinjuku istasyonunun tüm çıkışlarına yürüryerek gitmekte zorlanıyor; yarı yolda kayboluyorlar.

Sonuçta bana sorarsanız, Shinjuku bir merkez. Dükkanı da var, binbir tane yemek yenecek yeri de, eğlenecek barı da...

Burada şunu fark ettim ki Japonya'da "şuranın yemeği süper, oraya gidelim." gibi bir durum pek söz konusu değil. Şık restortantlar için geçerli bu tabii ama daha sıradan yerler için böyle bir durum pek yok çünkü gerçekten, iki sokakta 120 tane yemek yiyecek yer görüyorsunuz. Üstelik yemekleri arasında öyle pek bir fark da olmuyor ve nerede yediğinizin pek önemi olmuyor. Yemek seçme işi daha çok vitrinlere konmuş yemek maketlerini beğenmenizle doğru orantılı. Maket güzelse, yemek de güzeldir diyip oraya giriveriyorsunuz.

Shinjuku'da dikkat çeken bir takım gökdelenler bulunmakta. Bir tanesi Caccoon Tower. Şöyle bir şey kendisi:


Bir diğer ünlü bina da Tokyo Metropolitan Government Building. Buranın 45. katına bedavaya çıkıp şehri tepeden izleme fırsatı buluyorsunuz ama size tavsiyem, bu işi gece yapmanız yönünde olacak.

Gökdelenlerin yanında, Shinjuku'nun önemli bir bölgesi daha var. Bir nevi Red Light District olan Kabukicho, herkes tarafından bilinen ve salak salak sağa sola bakarken içerisine düşeceğiniz bir bölge. Örneğin ben daha ilk gezimde, aval aval binalara bakarken buraya geldim ve bir takım zenciler anında peşime düştü. Zaten yol kenarında bekliyorlar, benim gibi boş bakan bir turisti görünce de hemen geldiler. Bir saniye, fotoğraf buldum; Kabukicho'ya şu caddeyi geçince ulaşıyorsunuz:




Çok açıklayıcı bir fotoğraf değil mi? Zaten Tokyo'da bir tane böyle yaya geçidi olduğu için... Neyse, ne diyordum. Zenciler... Bunların amacını tam olarak anlayamadım. Lakin hemen el sıkışmak için gelip "Hello friend..." falan gibi bir samimiyete giriyorlar. Ardından "Biraz eğlenmek istemez misin?" gibi şeyler söylüyorlar... Tabii zenci var 2 metre orada, korkuyorsunuz. Nasıl bir eğlence? Benle mi eğlenecekler? Meze mi olacağım?
Sonra bir tanesi bana alenen dedi ki, "Şahane bir bara gitmek istemez misin? İçki içerken içki dağıtan kızları elleyebiliyorsun." O an anladım ki orada olmalıyım!

Şaka yapıyorum, lütfen velveleye vermeyelim ortayı.

Kötü olan şu ki Kabukicho'da bu tip olaylar dışında bir sürü de görülecek yer var. Yani oradan hemen gitmek istemiyorsunuz. Fakat daha da kötüsü, zencilerin sayısı çok fazla; sürekli peşinizdeler. Bir tanesi geçenlerde yanıma geliyordu, direkt kafa sallayıp "No..." dedim, bana "Fuck you!" diye cevap verdi sığır. Sığır diyorum çünkü 2 metreydi gene.
Bir de bunların ağzı iyi laf yapmıyor mu... Bir defasında, boynumda foto makinesi var; yürüyorum yine amaçsızca. Bu geldi dedi n'apıyorsun vs... Dedim foto çekiyorum, güle güle. Dedi "Ohooo foto çek çek, nereye kadar... Boşuna hayatını harcıyorsun" (Nasıl bir mantıksa...) Ben de uydurdum orada, "Foto çekmek benim işim, para kazanıyorum bundan." dedim. Adamın cevap güzeldi: "Tamam o zaman şimdi o kazandığın paraları harcama vakti!" Gerçekten ne diyeceğimi bilemedim, hızla uzaklaştım.

Zencilerin yanında, yanınıza sessizce gelen Japonlar da var ki onlar daha tehlikeli çünkü direkt olarak kadın pazarlıyorlar. Çok az İngilizce bildikleri için de ağızlarından şunlar duyuluyor sadece: "Japanese Woman?... Sex?..."
Evet desen kim bilir tutup nereye götürecek... Gerçi bu işi yapan zenci olsa gerçekten seni kolundan tutup götürür de Japon kibar. Bu işin sonunda sana makbuz bile verir.

Shinjuku'da başka yapacak pek bir şey yok. Az biraz uzaklaşınca Shinjuku Sanchome'ye geliyorsunuz ve burada da irili ufaklı onlarca Gay bara rastlıyorsunuz. Geceleri buralar çok hareketli oluyormuş diye duydum ama görmedim.

Shinjuku Sanchome'den sonra da Shinjukugyoenmae'ye geliyoruz ve burada bizi aşağıdaki görüntü karşılıyor:



Shinjuku Gyoen adındaki bu park, özellikle Nisan'ın ilk iki haftası tek kelimeyle inanılmaz. Bence tartışmasız Tokyo'daki en iyi park burası çünkü sanat eseri gibi bir şey. Nisan başında Sakura'larla iyicene fantastik bir görüntüye kavuşuyor ve enteresan, sarımsı, halı gibi olan çimleri de parkın her yerine oturabilmenize olanak tanıyor. Böcekti, çamurdu, pislikti... Bunlar Shinjuku Gyoen'de yok.

Tokyo'yu ziyaret edecekseniz Shinjuku'da vakit geçirin ve gece ışıltılı halini de gördükten sonra başka bölgelere yönelin hemen. Shinjuku güzel olmasına güzel de kalabalığı ve kaotik ortamıyla insanı pek rahatlatmıyor...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Akihabara

Japonya'ya geleli 2 hafta olduğuna göre artık bazı bölgelerden daha detaylı da bahsedebilirim diye düşünüyorum. Her ne kadar bazı yerlere birçok kez gitsem de bazı yerlere henüz hiç uğrayamadım. Konuya Dilara da bir noktada dahil olacağı için bazı yerlere iki kez gitmemek adına da böyle bir karar verdim, tembel değilim.

Japonya'ya geldikten sadece birkaç gün sonra gidip afallamama neden olan elektronik cenneti Akihabara'yı, geçtiğimiz gün saatlerce dolaşma imkanı yakaldım. Geçtiğimiz gün dediğim Pazar ve Pazar günü Akihabara'da çok ilginç bir adet varmış meğer...

Öncelikle Akihabara'nın genel olarak nasıl bir yer olduğunu anlatayım. "Tonlarca elektronik eşya satan mağaza, anime&manga odaklı onlarca dükkan, inanılmaz büyüklükte bir mahalle..." sözlerini kafama kazıyarak gittiğim için nedense bir ucundan diğer ucuna ulaşmak için tüm günümü harcamam gereken bir yer hayal etmiştim. Hayır ne sanıyorsam; o kadar büyük bir yer olsa kişi başına bir mağaza düşerdi zaten. Şimdi bu demek değil ki Akihabara küçük bir yer; kocaman bir caddenin ikiye böldüğü ve birkaç paralel sokağa daha yayılmış bir bölge.

Türkiye'de böyle bir yer yok. ("Ulus'ta Konya sokak var?" diyenlerle ayrıca görüşelim.)

Mağazalar devasa binaların katlarına yayılmış durumda. Her katta farklı şeyler satılıyor. Televizyonlar bir katta, fotoğraf kameraları bir katta, süpürgeler bir katta...

Mesela bir fotoğraf makinesi mağazaları var... Yani burada bulamadığınız bir şey varsa, o yoktur. (Gerçi ben de öyle fantastik bir lens aramışım ki fotoğraf makineme, Tokyo birbirine girdi bulunabilmesi için.)
Seçenekler çok, yan ürünler sebil.

Loax yazan mağazanın en tepesinde inanılmaz bir "hediyelik eşya"cı bulunuyor; 10.000 TL'yi 5 dakikada harcayabilirsiniz.

Akihabara'da bu büyük mağazaların yanında, bolca da küçük elektrikçi bulunuyor. Genellikle arka sokaklarda bulunan elektrikçilerin sağında solunda da Türk kebapçıları bulunuyor. 100 metre içerisinde üç tanesini görerek kendimi evimde hissetmedim değil.

Elektronik cihazlar Akihabara'nın değişmezi. Bir dönem Tokyo'nun en büyük elektronik eşya satan bölgesiymiş burası ama sonrada Shibuya ve Shinjuku da gelişim göstererek Akihabara'ya alternatif olmuş. Bu da böyle bir bilgi.

Hah, şu Pazar olayını anlatayım. Ben buraya Salı mıydı neydi, öyle saçma bir günde gitmiştim. Tabii normal bir yer işte, arabalar falan gidiyor caddede... Pazar bir gittim, o devasa caddeyi trafiğe kapatmışlar! İnsanlar karşıdan karşıya kolay geçsin, alışveriş heyecanları bölünmesin diye midir, nedendir tam emin değilim ama Pazar günleri burada bir trafiğe kapanma durumu oluyormuş. Bisikletle bile girilemeyen devasa yolda yürümek de ayrı bir keyif oldu bana da.

Akihabara'nın diğer yönüne gelelim şimdi de.. Japonya'da, böyle anime'lerle, manga'larla falan çok aşırı yoğunlukta ilgilenenlere "Otaku" denmekte ve Akihabara'da Otaku'lara hizmet eden bir ton mekan bulunuyor.

Ben bunlardan yine 7 katlı olan bir tanesine bir girdim ve bizzat Otaku olarak çıktım. T-shirt'ler, robot modelleri, anime figürleri, oyuncaklar, bilmemneler... O kadar çok ürün satılıyor ve o kadar fazlasının ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ki tam olarak Overdose oldu. Erkeklere hitap eden ürünlerden çok, kızlar için hepsi birbirinden sevimli o kadar çok vardı ki... Tanıdığım herkese bir şeyler almak istedim, istedim ama o fiyatlar... Pahalı, hep pahalı!

Bu mekanların reklamlarını dağıtan çeşitli, kostümlü kızlar sokakta flyer'lar dağıtıp duruyor, insanlar yürüyor, kebapçılarımızdan Türk ezgileri geliyor... Meğer bu kızlar mağazaların yanında "Cosplay cafe"lerin  de flyer'larını dağıtıyormuş ki onlardan birine gitmek istemiştim hep. Bu kafelerde kostümlü kızlar, isimleri birçok anime&manga serisine gönderme yapan yiyecek içecekleri fahiş fiyatlara satıyormuş ama size aşırı iyi davrandıkları için de eğer bir "Otaku"ysanız, oradan gülücükler saçarak çıkıyormuşsunuz. Henüz gitmedim, görmedim ama bir gidip görmek gerek. İşte size sokaktaki kızlardan iki tanesine örnek:


Akihabara turistik bir yer değil anlayacağınız. Daha doğrusu öyle gidip bir gezeyim gibi değil. Bir şeyler almaya niyetiniz yoksa da gitmemelisiniz çünkü sizi yoldan çıkartabilecek biraz fazla şey var.

Unutuyordum ya, bir konu daha var. Akihabara için özel değil de Japonya'da bir "çığırtkanlık" ekolü var. Mağaza zemin katta olsa bile, bir takım insanlar ciyak ciyak bir şeyler söyleyerek sizi içeri davet ediyor ellerindeki kağıtlarla. Daha da kötüsü bu durum bazen içeri girince de bitmiyor. İçeri bir giriyorsunuz, sizi ilk gören çalışan, "Hoşgeldiniiiizzzz..." diye bir bağırıyor. Eğer gevezeyse bununla yetinmiyor ve,

"Hoşgeldiniiiiizzzz, hoş buyurdunuz, ne güzel ettiniz de geldiniz, içeri buyrun, heyooooo yaşasııın." gibi saçma sapan bir seriye başlıyor.

Ve domino taşları, devriliyor.

Bunu duyan diğer çalışanlar, tatil köyündeki animatörler gibi aynı sözleri veya farklı bir şeyler söylemeye başlıyor bağıra çağıra. Acayip bir sinerji. "Hopppaa hoşgeldiniiizzz!!!" diye başlayan cümleler bütünü sizin göremediğiniz bölgelere doğru "fade out" olarak gidiyor.

Akihabara böyle bir yer; alışveriş için çok ideal bir bölge. Japonya'ya giderseniz 1 kez mutlaka görmelisiniz.

Gitmeden bir garip olay daha anlatacağım. Akihabara gününün gecesinde, Shinjuku'dan dönüyordum. Saat 10 falan. Pazar günü saat 10 demek, artık trenlerin boş olduğu bir saat demek. Ben de bindim Chuo Sobu Line'ıma, baktım toplasan bir vagonda 15 kişi var, sessiz sakin gidiyoruz...

Giderken giderken, Suidobashi adındaki durağa geldik.

Bu durağın normalde bir özelliği yok.

Durağa gelmeye yüz tuttuğumuzda, benim de hafiften hafiften içim geçmek üzereydi ve laf olsun diye şöyle bir gözlerimi araladım ve durakta bekleyen sayısız insanla göz göze geldim. Kapıların açılmasıyla birlikte, vagonlara toplamda 300 tane kadının binmesi de bir oldu.

Her kapıda 20 kişi beklese, koskoca tren, 300 eder.

Tren bir anda hınca hınç doldu. 300 tane Japon kadını, sessizce trene bindi. Bence olanlar kamera şakasıydı derken, bu kadınların hepsi bir anda konuşmaya başladı. Gülüyorlar, birbirlerine laf yetiştiriyorlar, yerlere düşmeler... Dedim kesin bir okazyon var. Gözüm yavaştan kadınların yanlarındaki eşyalara kaydı ve bir çoğunda, torbalar içerisinde havlular gördüm.

Gece 10. Tek bir durakta 300 kadın. Torbalarda havlular...

Sonra yanımda oturan kadın, torbasından bir şerit çıkartmaya başladı. Şeritte de Japonca bir şeyler yazıyor ama hızla çıkarttığı için okuyamıyorum da...

Rüya görüyor olduğumu düşünenler, yanılıyor.

Şeridin sonuna geldiğinde kadın, bir baktım Tokyo Dome yazıyor. Suidobashi meğer Tokyo Dome adındaki konser, spor ve çeşitli olayların yer aldığı büyük alanın durağıymış. Dedim Tokyo Dome'daki bir etkinlikten geliyorlar...

O sırada bir kadın, "Aaa bu havlu daha güzelmiş, bunu kaça aldın?" diye sordu bir diğerine ve oradan da anladım ki havlular satın alınabiliyor. Yoksa bayağı plajdan gelen dev bir grup var gibiydi...

Nihayetinde kadınlar yavaş yavaş duraklarda inip gecenin sonsuzluğunda kaybolmaya başladı. Ben de içimden dedim ki, "What dafuq did just happen?" (O saatte daha iyisini diyemedim.)

Demek ki neymiş, Tokyo'da havlu lazımsa, Nisan'ın ikinci Pazar'ı, gece 10'da Suidobashi durağında beklemek gerekiyormuş; bir kadında mutlaka fazladan bir havlu vardır...


13 Nisan 2012 Cuma

Pahalısın, pahalıyım, pahalı!

Sağda solda listeler yayınlanır hani, "Dünyanın en yaşanabilir şehri seçildi, Viyana yine ilk sırada!"
Bunun pahalılıkla ilgili olanında da genellikle Tokyo başı çekerdi, ben de, "Ne kadar pahalı olabilir ki yae?" diye şımarık ve anlamaz bir tavıra girerdim.

Tokyo, tahmin edeceğinizden çok daha pahalı sevgili dostlarım.

Türkiye çok ucuz değil ve buna rağmen, buradaki pahalılık başka bir boyutta. Biliyorsunuz zaten en başta, TL'nin yen'e göre güçsüz konumda olmasından dolayı, önce golü bir yiyoruz. Ardından da her şeydeki garip fiyatlar suratımıza suratımıza çarpıyor.

Bu şehirde ulaşım demek metro demek, metro demek NEDENSE pahalı demek! Metro'da ineceğiniz her durağın farklı bir fiyatı var -ki bence güzel bir uygulama. Ankara'da bir durak da gitsen aynı fiyat, sonuna kadar gitsen de aynı.
Ne var ki burada en düşük ücret, neredeyse 3TL. Şöyle biraz ama sadece biraz uzağa gideyim diyorsunuz ve tek bir metro yolculuğuna 12 lira veriyorsunuz.

Olmaz.

Ben her gün gidip geldiğim güzergah için abonman kartı aldım, çok koymuyor fakat gezmek de gerekiyor. Şehir de kocaman, yürümek de olmuyor öyle Prag'daki falan gibi...

Varımızı yoğumuzu yola yatırdık. Gelin şimdi de diğer fiyatlara bakalım...

Su, 2 lira 20 kuruş. Bazen 4 TL'ye kadar çıkıyor. Bir de şöyle bir şey var, her şeyin fiyatı sürekl değişiyor. Bir yere gidiyorsun su 100 yen, başka yerde 130. E aynı su? Oraya zor mu ulaşıyor koliler?

Şöyle iyi bir öğlen yemeği mi yiyeceğiz? İyi dediğim de bir tabak bir şey. Yanında da bir içecek belki. (Alkollü değil.) 25TL'yi hemen çıkartın koyun oraya. Bizdeki gibi ortaya bir de salata, belki üstüne bir tatlı falan derseniz 50 TL'yi vermek aşırı kolay.

Burger King'de Whopper menü 18TL.

Mc Donalds'da Quarter Pounder menü 15TL.

Bunlar yine iyi de her gün Whopper mı yiyeceğiz? Geleneksel Japon mutfağındaki ürünlerden 2'li sushi tabağına 3 lira, 30 kuruş verdiğimizi görüyoruz. Şayet ki bu sushi'de öyle balık yumurtası falan gibi şeyler varsa, fiyat hemen ikiye katlanıyor. Bir kişi de rahatlıkla 5 tabak sushi yiyebildiğine göre, yine 15 TL'yi bıraktık.

Giysi fiyatlarına gelelim. Tokyo marka cenneti. Dünyanın tüm ünlü markaları burada ama onların dışındaki, normal markaların fiyatları da bir garip. Metro'nun içinde yer alan bir dükkanda, bildiğiniz fötr şapkanın 240 TL'lik fiyatı olduğunu gördüm örneğin.

Herhangi bir tshirt en az 45 TL, en fazla da 250 TL. (Fantastik markalarınkileri bilemem.)

Ayakkabılar 65 TL'den başlıyor ama onları bence giymezsiniz. Giyilebilir ayakkabılar 220 TL'den başlıyor.

Şuradan bir tshirt alayım, bir yemek yiyeyim, şu cüzdan fena değilmiş, acaba bir tatlı mı yesek, yaz geldi gözlük almak lazım... derken bir günde 400 TL harcamak, son derece kolay.

Ben tam anlamıyla, hiçbir şey almamak için kendime terapi uygulamaktayım. Alırsam da artık pazarlar falan... Gerçi geçen gün Ueno pazarndaydım, orası da pahalı! Pazar da pahalı olur mu ya?

Tokyo, ocağıma incir ağacı diktin.


Benden bir süre haber alamazsanız, bu evsizlerin yanına bakın...

10 Nisan 2012 Salı

Shukudai wa nan da?!

Ve dersler başladı...
Toplamda bakayım, bir beş günlük avare hayat yaşadıktan sonra, Pazartesi sabahın 7'sinde uyanarak, "N'apıyorum ben ya?" dedim. Kalkmışım buralara gelmişim. Kaç yıldır çalışıyorum, kendime tatil verdim diyorum kafamdan, sonra 7'de kalkıp 1200 kişinin bulunduğu vagonlara koş, derse gir...

Bunlar, dünkü düşüncelerimdi. Bugün daha farklı düşünüyorum.

Bir yerde uzun süre kalmak, bir amacınız olmadan hakkaten zormuş. Noyan'a teşekkür ediyorum buradan, kurs fikri ondan çıkmıştı zira. Bir amacın olmayınca, sabah kalk, çık dışarı, yürü yürü... Eee? Ya arkadaşın olacak, ya da işin. Bu Japonca sınıfı da bu konuda işe yaradığını bugün itibarıyla kanıtladı. Bir kere sürekli Japonca görmekten, tutukluk gidiyor. İkincisi sınıf insan dolu ve herkes birbirine aynı salaklıkta baktığı için mecburen bir arkadaş olma hali var.

Bugün de sınıfça hemen bir kaynaşma aktivitesine götürüldük. Yoyogi Park'ında ufak bir piknik. Bento'larımızı satın aldık ve sakura'ların altında bulduk kendimizi.
Ortam şöyle; kursun bütün şubelerinden öğrenciler gelmiş, yaklaşık bir 50 kişi var. Kaynaşmış olanlar zaten gülüp eğleniyor, kaynaşamayanlar da birbirine bakıyor. (Ben.)
Sonra IQ seviyesi son derece düşük diyaloglara girilmeye başlanıyor. Mesela bir Çinli bana yönelip şunu soruyor: (Japonca tabii ama Türkçe yazıyorum.)

- Tuna, sen hangi ülkedensin?
- Türkiye.
- Hağğğ... (Şaşırma efektleri öyle onların.)

Sonra müthiş bir sessizlik. Ondan sonra benden şöyle bir soru:

- Dabin, sen niye Japonca çalışıyorsun? (Cümle kuruluşu aynı bu spastiklikte.)
- Çünkü seviyorum.
- Heğğğ... (Aynı salakça şaşırma bana da geçti tabii.)

Aslında Japoncalarımız öyle kötü değil. Gitmiştim, gideceğim, gidebilirim, gitsene falan gibi birçok kalıp biliyoruz fakat kelime dağarcığımız aşırı kısıtlı. O yüzden ben artık bir noktada dayanamadım ve İngilizce "We totally look like mentally disabled." dedim. Gülüşmeler, kahkahalar derken... Yine sessizlik. Yazık Bangladeş'li bir kız, "Ben parkın çıkışını bilmiyorum." diyemedi, orada kendini paraladı da paraladı. Çünkü "Çıkış yolu" kelimesi dağarcığında yoktu. Bir de özellikle Çinli'ler, pratik zekadan çok uzak. Bir şeyi anlatmaya çalışmalarıyla cümlelerin bitmesi arasında dakikalar var. Bir kelimeyi hatırlayamazlarsa, "Eeoooooeeeeeeeeeee..." diyerek Loading ekranı çıkartıyorlar.

Sınıfımda bir takım Çinliler, bir takım Tayvanlılar, iki adet İspanyol, bir tane Brezilya'lı, bir tane de Bangladeş'li bulunuyor. Ben de öyle Türkiye, Türkiye diye dolanıyorum. Bu bahsettiğim ülkelerin hepsinin bir aksanı olduğu için de Japonca'ya dilleri pek dönmüyor, S harfi yerine sürekli Ş, Z yerine J falan diyip duruyorlar. Türkçe'de harfleri net bir şekilde söylediğimiz için bize Japonca çok kolay. Öyle söyleyeyim dedim, ne alakaysa...


Sakura'ların altında, mavi şiltelerin üstünde bir piknik... Bu mavi alana ayakkabılarınızı çıkartıp oturuyorsunuz. Ayakkabısını çıkartmayanlara sakura ağacıyla vuruyorlar.


7 Nisan 2012 Cumartesi

Metro sensation

Dün nerede kalmıştık?

Şehir falan diyorduk. Mesela bu şehirde şu anlık bir konu var ki o da soğuk olması. Hoş değil. Bir gaz gezesim var ama olmuyor. Bir de hiçbir yerde görmediğim bir rüzgar konusu var; Tokyo esti mi sümük gibi duvara yapışıyormuşsunuz meğer. Ada diye herhalde, çok güçlü rüzgarlar oluşabiliyor. Bugün de öyle bir gündü. Yarın açıyormuş ama hava. Hatta diğer gün 20 derece! Sonra 21! (Sonra 14, oraya girmek istemiyorum şimdi.)
Gelelim Tokyo'nun değişmezi metro'lara...

Metro

Tokyo'da 13 tane metro hattı var. 9u bir şirketin, 4ü başka. Bu 13 hattın yanında, JR (Japan Railways oluyor.) hatları var ki onların sayısı da 36. 

Selam. Nasılsınız? Az önce düşüp bayıldınız; şimdi iyi misiniz?

Şimdi Ankara'daki hatlara bakalım. Aşti- Dikimevi arası ve Batıkent - Kızılay arasında gidip gelen iki yalnız trenimiz var. Bir de bunları hala öğrenemeyen, "Ben Bahçeli'ye gidecektim..." diye soranlar var. Canlarım... Onları metroların buluşma merkezi Shinjuku istasyonuna bırakmak lazım ki görsünler dünya kaç bucak.

Metro olayı öyle böyle değil. Kore'de metro gördüğümü sanmıştım ama o olacaklara bir hazırlıkmış sadece. Neredeyse her duraktan başka bir trene binilebiliyor, her hattın bir ucundan diğer ucuna gitmek saatler sürebiliyor. İşte size bir harita:

Bu sadece 13 hatlık harita. Bir de bunun üstüne 36'lık hattı oturtmanız lazım. (Kafanızdan deneyin, yorulursanız Sake benden.)


Metro istasyonları biraz karışık, Shinjuku merkez istasyonu ise bambaşka bir dünya. Burada 16 farklı hatta geçiş yapılabildiği için muhteşem bir kaos hüküm sürüyor. Yüzbinlerce insan... Koşuyor da koşuyor. Shinjuku istasyonunun içinde kaybolmamak ve istediğiniz çıkıştan çıkabilmek de bir marifet. Gerçi yönlendirmeler hiç de fena değil ama bir anlık dalgınlık sizi daha önce hiç görmediğiniz bir yere çıkartabiliyor.

Trenlerin içindeki dünya da gerçek anlamda bir dünya. Düne kadar doluluğun ne olduğunu görmemiştim, dünle birlikte konuyu tamamıyla anladım.

Metrolarda üç tip insan bulunuyor. Uyuyanlar, telefonuyla bir şeyler yapanlar ve okuyanlar. Uyumak gerçek bir gelenek, ondan 3 günde emin oldum. Oturup uyumak zaten normal, bir de bunların ayakta uyuyanları var! Metro aşırı sıkışık olduğunda, düşme tehlikesi de ortadan kalkıyor ve insanlar bırakıyor kendilerini hemen yanındakinin omuzlarına, üstlerine... Bu tip bir ortam Türkiye'de olsa, o ayaktaki kadınlar 33 yerinden taciz edilirdi, burada ise bu sadece 1-2 yerle kalıyor. Evet, Japon adamları da taciz edebiliyormuş ve o yüzden de kadınlar için ayrı bir tren de var. Gerçi iki ayağın arasında güç değişimi yaparken bile bir yerin, bir yere değiyor; belki de taciz değildir o ey Japon kadını?! (Nihon no onna!)

Telefonla oynayanlar Kore'dekilere göre daha sosyal. Kore'de herkes TV veya dizi izliyordu, burada iPhone salgını neticesinde herkes mesajlaşma peşinde. Okumak da aynı şekilde her biçimde yapılabiliyor. Oturarak, ayakta durarak, yana devrilerek.... Hiç sıkıntısı yok Japon'un bu konuyla ilgili.

Metro'da olmayan şeylere gelelim. Mesela kimse, kimseyle konuşmuyor. Arkadaş olsalar bile konuşma yok. Aynı şekilde telefonla konuşmak da yasak. Hatta bunu anons ediyorlar. Anladığım kadarıyla metrolar birer terapi merkezine dönüşmüş. Uyuyanların üstünlüğü daha büyük ve onları rahatsız etmek, büyük bir yanlış. Benim zaten bu konuyla ilgili bir derdim olmadı ama dertlerin en büyüğü, metroyu sabah kullanınca ortaya çıkıyormuş....

Bir kere metroya adam tıkıştıran o adamlar var, onu bilin. Ama onlara gerek kalmadan, herkes zaten sıkışıyormuş, onu da gördüm.

Metro sabah bir geldi, ben dedim yok buna adım atılmaz. Önümde de 6-7 kişi var. Kapılar açılınca bunlar, olmayan yerlere doğru yöneldi. Ben de bir bildikleri vardır diye peşlerinden gittim. Bir bildikleri gerçekte varmış zira metroya sığdık! Ama süper bir sıkışıklık söz konusu. Herkesin her tarafı, herkesin her yerinde. Yalnız bu tek vücut olma hali insana garip de bir rahatlık veriyormuş. Düşmene falan imkan olmadığı için, sevimli Japonlar arasında çiçek gibi duruyorsun. Lakin duraklara gelindiğinde arkandan önünden sana kafa göz girişerek geçen insanlar oluyor. Onlara kızmak da yasak. Bizde olsa "Kardeş n'oldu?" diye gelirler. Neden burada bir kabalık olduğunu da anladım; öyle "Özür dilerim, ay pardon, bi saniye, bi dakka" derseniz o metrodan nah inersiniz. İmkanı yok. Ben de durağıma geldiğimde öndeki kadını yere yıkıp indim.... Dermişim. Yok ben kibardım inatla. Alışık değilim. Sumimaseeeeeeeeeeeeğn diye naralar atarak indim ve Pazartesi'den itibaren bu metro yolculuğunu her gün yaşayacağımı hatırlayıp biraz da olsa korktum... 

Bu fotoğrafa inanmayın; metroları böyle boş bulmak neredeyse imkansız.

6 Nisan 2012 Cuma

Japonlar...

Uçak hikayesini anlattım ki konuya ısınalım, neler oluyor demeyelim.

Bildiğiniz üzere 2 yıl önce Kore'ye gitmiş bir insan olarak Uzak Doğu'nun neye benzediğini aslında biraz anlamış biriyim. Misal Kore maceram olmasa, Japonya'ya indiğimde gerçekten epilepsi krizi geçirip yere kapaklanabilirdim.

Tokyo, çok acayip bir yer. Kore ve Hong Kong dışında herhangi bir ülkeyle alakası olduğunu düşünmüyorum. Tokyo'yu az önce ülkelere benzettiğimi fark ettim şu an ama genel olarak Japonya diyemedim zira daha geri kalanını görmedim. Her neyse, zaten Japonya Tokyo demek, Tokyo demek, terlik demek.

Tokyo tam anlamıyla büyük bir kaos. "Milyonlarca insan yaşar, şöyle hızlı bir yaşantısı vardır, renklidir, zarttır..." diyip dururlardı, hepsi gerçekmiş.
İlk dikkatimi çeken şu oldu ki herkes çekik gözlü. Şaka. Şunu gördüm ilk olarak herkes bir uğraş peşinde. Bizde vinç izleyen adamlar vardır misal. Ya da marketlerin önünde falan duran insanlar. Ankara'da Sakarya caddesinde birileri durur.

"Bizde durulur, Japonya'da hareket edilir." demiş ünlü yazar Tuna Şentuna.

Herkes sürekli koşuyor, kimse boş durmuyor.


Mesela ben onlara göre garip bir insanım. Sakalım bıyığım falan var mesela. Onlarda yok. Evet, evet. Konuyu onların görünüşlerine getireyim.

Erkekler konusunda iki önemli konu var. Herkes siyah takım elbise giyiyor istisnasız ve herkes köse.

Kadınlar ise ikiye ayrılıyor. Shibuya - Harajuku'dakiler ve diğerleri olarak. Feyza adında, Tokyo'da yaşayan bir arkadaşım, "Shibuya modası" ve "Shibuya Girl" diye kavramlar olduğunu söyledi ve beni Shibuya'ya götürdü. İşte orada gördüm ki kafama don geçirip dolaşsam, kimse bana bakmaz. Gerçek anlamda tüm kadınlar, her şeyi giyebilme lüksüne sahip. Havaya aldırmadan herkeste miniler zaten standart ama renkler, saçlar, makyajlar. O kadınlardan sadece bir tanesini getir Kızılay'a bırak, 12 saniye içerisinde parçasını bulamazsınız. Size yardımcı olması için bir foto göstereyim:


Evet, bir acayipler ama şahsi fikrimi soracak olursanız, bence gayet de iyi olmuş. Bizde "Aman oram açıldı, oha bu giyilir mi, herkes sana güler..." gibi gerzekçe kalıplar olduğu için kimse özgürlüğünü yaşayamıyor ama Japon yaşıyor. Ben takdir ettim.
Bir de bunların erkek versiyonları var ama onlar gerçek birer çirkinlik. Erkeklerin hiçbiri erkeğe benzemiyor maalesef. Ben benzetemedim en azından.

Şehir

Şehir çok büyük. Devasa. Tokyo'nun içi ve dışı diye bir şey var zaten ki dışı hakkında pek az kişinin fikri var. İçi de zaten... Her şeyden, her yerde en az 10 tane var. Adım başı yiyecek içecek, adım başı marketler, adım başı eğlence. İstanbul çok şahane değil mi? Onu katlayın 3'le. İşte Tokyo'nun büyüklüğü!
Şehre mimari açıdan baktım bir ara ve anladım ki şehir LEGO'dan yapılmış. Tüm binalar üst üste, yan yana. İki bina arası boşluk vardır, H vardır falan ya... Onlar burada yok. Binalar küçücük arsalarda, yükseldiği kadar yükselebiliyor ve ancak öyle parasını çıkartıyor. Bu kaosa rağmen göze batan bir çirkinlik olmaması da çok ilginç. Beni rahatsız etmedi en azından.
Sokaklar şahane. En küçük sokak bile tertemiz, kırık bir taş, başı boş bir çöp bile yok. Bir düzen benimsenmiş, o icra edilmiş. Bizde de öyledir ya, ne güzel, canım....
Her yerde yaya geçidi var, en ufak sokakta bile trafik ışıkları bulunuyor. Kimse de sokağa atlamıyor, bu ışıkları bekliyor. Arap kültüründe yoktur bu, hatırlatayım.
Şehri daha çok anlatacağım, metroyu da anlatmam lazım, yemek falan... Daha çok konu var.
Şimdilik burada keseyim, devam ederiz diye düşünüyorum. Japonlarla muhabbetlerimi de anlatmam lazım ayrıca, şimdi hatırladım.
Haydi bakalım sayounara!

Bence de biraz sıkışık ama ülkede yer yok, yer!


Hajimemasu!

Qatar Airways...
Sizi yarı yolda bırakırız!

Hikayeye en başından başlayalım...

Herkese anlatmadığım bir hikaye var, önce onunla giriş yapıyorum. Anlatmadım çünkü endişe fırtınası essin istemedim.

Olay şöyle gelişti.

Şimdi nedir, uçak biletim Qatar Airways'den alınmıştı. Sözde de iyi bir uçak firması bu. Uçak firması... Anladınız onu. Her neyse, kalktık gidiyoruz Qatar'ın başkenti Doha'ya doğru -ki herkese Dubai'de aktarma olacağını söylemişim süper bir yalanla- her şey güzel, ikramlar çok iyi, hostesler bir acayip (THY örnek alsın.)... Doha'da indik, başka daha büyük bir uçağa bindik. Gidiyoruz, gidiyoruz. Ben sanıyorum ki Tokyo'ya ineceğiz. Meğer Osaka'da inip uçağın temizlenmesi ve yakıt ikmali için biraz bekleyip tekrar aynı uçağa binecekmişiz gibi saçma bir durum varmış ortada.
Osaka'da 1.5 saat bekleyip tekrar uçağa bindik, kalktık gidiyoruz, gidiyoruz, Tokyo'ya inmek üzere alçalırken, pilot bastı gaza es geçti sahayı. Dedik n'oluyor?! Sonra bir anons:

"Narita havaalanında çok acayip rüzgar var, 20 dakka havada dolanıp bir kez daha inmeyi deneyeceğiz."

dedi İspanyol pilot kötü aksanıyla. (Bu arada yanıma konuşkan bir İspanyol düştü yolculukta, adam bana sen İspanyol'sun diye tutturdu. (Bana tutturdu ne demek, bilmiyorum.) Dedim halis mulis (Munis?) Türk'üm. "Aaa!" dedi. "İstanbul?". Zaten yabancı Türk görmesin, hemen "İstanbul." Evet İstanbul!

Konu dağıldı.

Evet, 20 dakka dolandık havada, geri inmeye çalışıyoruz. Yalnız ben de cam kenarındayım, görüyorum yani neler oluyor dışarıda. Rüzgar resmen uçağa sallı sollu girişiyor. Dedim ben olsam inemezdim bu rüzgarda. Eh, aklın yolu bir, yükseldik yine... Önemli detayı vermedim; bu 20 dakkalık denemenin sonunda eğer yine inemezsek, Osaka'ya geri döneceğimizi söylemişti. Pilot bastı gaza yeniden ve ver elini Osaka.

Saat 10.

10.00 pm. Ya da 22.00.

Osaka'ya vardık 22.45.

Ben sanıyorum ki oraya ineceğiz, VIP salonlarında, "Siz bekleyin, biz uçağı doldurup sizi şu saatte götüreceğiz." gibi cümleler geçecek ben Martini'mden yudumlarken.

Bir indik ki elinde kağıt tutan iki hostes, "Bu uçuş iptal oldu, kendi kendinize dönün Tokyo'ya, parasını biz ödeyeceğiz sonra." diyor. Elin Osaka'sında, o saatte otel yok, vasıta yok, hiçbir şey yok. Ben hemen bir Japon'a sarıldım; anlar bu işlerden diye. Dedi ki durum çok ümitsiz. En erken sabah 6.30'da bir tren var, ona bineceğiz.

Hep o havaalanı koltuklarında türlü şekillerde yatan, bahtsız bedevileri merak etmişimdir... Neden orada yatarlar, neler hissederler... Ve ben de o dandik koltuklarda yatarak, bu zevki yaşamış oldum.

Neyse çok uzadı, öbür gün bindik trene geldik Tokyo'ya 3 saatte. Shinkansen adındaki dünyanın en hızlı treniyle geldim, onu da belirteyim. Nozomi adındaki süperin süper bir tren varmış, ona bindik hatta. Nasıl olsa Qatar ödeyecek diye. Ödemezlerse çok nays.